Temel Borga BUDAK
Doğanın en büyüleyici olaylarından biri zifiri karanlığın, fırtınaların, gök gürültülerinin ve yıldırımların sonucunda oluşur. İnsanın temel korkularından birçoğunun temelini oluşturan bu yoğun sürecin sonunda epik hikayelerin en önemli metaforlarından gökkuşağıyla karşılaşırız.
Küçük mavi küremizin neresinde bir insanla karşılaşıpta ona gökkuşağının kendisine ne hissettirdiğini soracak olursanız; farklı kelimelerle ve tasvirlerle size ‘yaşama sevincini’ anlatmaya çalıştığını gözlemlersiniz. Kolektif bilincimizin güzel örneklerinden biridir.
Gökkuşağının renk skalasının bir ucunda mor ötesi diğer ucunda ise kızılötesi yer alır. Ve bu iki ucun arasında gözümüz ile algılayabildiğimiz tüm renkler hayranlık uyandıran bir ahenkle sıralanır. Doğa, çağımızın egomanyak insanını bile bu müthiş yaratıcılığıyla şaşkına çevirir, hayrete düşürür ve büyüler.
Anglosakson-Yahudi ittifakının tasarımı olan küreselleşmede toplumlar üzerinde benzer bir etki yaratıyor. İnsanlık tarihinin en vahşi yıkım ve yeniden inşaa sürecinde ‘Çoğulculuk’ şemsiye altında toplanan, LGBT, çevrecilik, hayvan severlik, feminizm vb üzerinden örneklendirebileceğimiz ‘kültürel kimlikler’ yeryüzünün bütün coğrafyalarında yaşayan tüm toplumlara benzer yaşama sevincinin sahtesi güzel bir ambalajla pazarlanıyor.
Ve insan aklının yeniden tasarlandığı bu çağ postmodernite olarak tanımlanıyor.
Dolayısıyla her birine saygı duymak durumunda bırakıldığımız kültürel kimlikler aslen hakikatin ve hafızanın yoğun işlemlerden geçirilerek önce kavramların boşaltılması, hatta sıradanlaştırılması, bazen ötekileştirilmesi ve yeniden tanımlanması döngüsünün neticesidir.
‘Kabak Dolması’ metaforu üzerinden tanımlayacak olursak; nesnel bir gerçek olarak elimizde tuttuğumuz kabağın içinin oyulması, pirinç, kıyma ve baharatlardan oluşan bir karışımının içerisine yerleştirilerek belirli soslarla bir müddet pişirilmesi ve servis edilmesidir.
Özellikle bir miktar manda yoğurdu ve üzerine taze nane ile servis edildiği zaman benim gibi dolma severler için lezzet şölenine dönüşen bu süreç; millet, toplum, din, gelenekler, görenekler vb kavramlar üzerinde uygulandığı zaman maalesef aynı tadı vermiyor.
Bu toplum ve kavram mühendisliğinin sonucunda ‘küresel burjuvanın’ kendi suretinden yarattığı yeni dünyamız tatsız, tuzsuz ve zerafetten uzak vasat bir hayatı toplumlara dayatıyor.
Peki özellikle çoğulculuk kavramı etrafında kültürel kimliklerle çok çeşitli toplumları destekleyen bu mimarların, konu politikanın üretim merkezleri olan siyasi partilere geldiği zaman neden tek tipli bir tasarımı gerçekleştirmeye çalıştığını merak etmiyor musunuz?
Dezenformasyon, spekülasyon, manipülasyon üretim merkezleri olan sosyal medya araçlarıyla popülizm ve kutuplaşma ekseninde insan aklı neden esir alınıyor?
İnsan hakları, demokrasi ve sonsuz özgürlük arayışları toplumların karar alıcılarının makamlarında, genel merkezlerinde ve kanaat önderlerinde neden ABD’nin Demokrat/Cumhuriyetçi veya İngiltere’nin İşçi Partisi/Muhafazakar Parti örneklerinde gözlemlediğimiz Anglosakson siyaset modelinin monopol yapısına dönüştürülüyor?
Ve ulusların kaderlerini tayin etme hakkını savunan bir anlatının savunucuları neden ulusları atanmış valilerle yönetme arzusunu dizginleyemiyor ve bunun için tüm iç süreçlere renkli-renksiz devrimler, kaotik yöntemler ve iç savaşlar gibi gayri meşru yöntemlerle müdahale etme gücünü kendinde görebiliyor?
Meksika’dan, Hindistan’a, İsveç’ten, Güney Afrika Cumhuriyetine kadar aynı kültürel kimlikler etrafında, monopol bir siyasi yapı kurulurken karşıt fikirlerin insanlık tarihin tüm referans noktalarında çarpıştığı doğal coğrafya olan yurdumuzda da benzer süreçlerden geçiyoruz.
Beğenelim veya beğenmeyelim Jön Türklerin ‘İttihat ve Terakki’ ile ‘Hürriyet ve İtilaf’ ayrışmasından bu yana Turancılık, Türkçülük, İslamcılık, Liberallik, Demokratlık, Cumhuriyetçilik, İlericilik hatta gericilik başta olmak üzere Faşizm, Komünizm dahi fikirsel dünyamızda yer bulmuş ve siyasa tartışmalarının içerisinde yer almıştır.
Bunların hepsi tartışılabilir, bu fikir akımlarına yapılan müdahaleler değerlendirilebilir hatta baktığınız, durduğunuz yere göre bir çok tartışma üretilebilir. Fakat bunların düşün hayatımızda az veya çok yer aldığı nesnel gerçeklikle değerlendirildiği takdirde inkar edilemez.
Peki günümüzde 2 ana akım partisine ve etraflarındaki uydu partilere kadar indirgenmiş olan olarak politik eko-sistemimizde politik merkezler olarak karşılaştığımız AKP ve CHP karşılaştırması yaptığınız zaman politikalar, vaatler hatta parti içi demokrasi yaklaşımları arasında gerçek ve tutarlı farklar görebiliyor musunuz?
Ben göremiyorum. Ve Hürriyet ve İtilaf’ın vasat selefi Demokrat Parti, daha da vasatı Adalet Partisi ve belki de en vasatı ANAP geleneğinin son ürünü AKP ile İttihat ve Terakki’nin daha da ilericisi, aydınlanmacısı ve en önemlisi devrimcisi CHP’nin keskin köşelerini adeta sarp kayalıklara vurarak törpüleyen dalgalar gibi yuvarlaklaştıran küresel burjuvanın, Michels’in ‘Oligarşinin Demir Kanunu’ teorisiyle tasarladığı yönetimlerle karşılaşıyorum.
Bu yüzden seçim sistemleri iktidar partilerinin arzularına göre defalarca yeniden tasarlanırken, bu tasarıların içerisine ‘baraj yüzdesi’ benzeri muhalefetin de sorgusuz-sualsiz onaylayacağı ve yandaş liberal aydınların topluma demokratik ilerleme olarak pazarlayabileceği maddeler eklenirken ve bu kanun teklifleri karar alıcıların ortak iradeleriyle yasalaşırken, siyasi partiler kanununda en ufak değişim gerçekleşmiyor.
Yine bu yüzden parti liderleri ortaçağın feodal derebeyleri olarak kendilerini konumlarken üst düzey bürokratlarını vassallara ve örgütlerini kapıkullarına rahatlıkla dönüştürebiliyor.
Kurulu düzene mutlak yeminle bağlı olan bu derebeylerinin asli görevi toplumun sorunlarına çözüm üretmek değil demokrasi illüzyonunu sürdürmek ve bu görev tanımıyla, atanmış valinin görev süresi dolana kadar mutlak iktidarını sorunsuz sürdürmesine yardımcı olmaktır.
Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi, güçlendirilmiş parlamenter sistem veya temsili demokrasinin bilgi çağında yeri olmadığı kanaatindeyim. Ve özgür irademizi temsilcilere devretme dönemini sonlandırmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Başta blokzincir olmak üzere teknolojinin bizlere sunduğu imkanlarla ‘doğrudan demokrasi’ merkezli yeni bir yönetim fikrini geliştirerek, bu kısır döngüyü kırmanın zamanı gelmedi mi?
Bütününde hepsi aynı, tüm partilerin ve liderlerin değişmesi lazım.