AYM Başkanı Zühtü Arslan, “Anayasa Mahkemesi’nin önünde 95 bin başvuru var. Bireysel başvuruda iş yükünü radikal şekilde çözmenin yolu ihlallerin kaynağını kurutmaktır” dedi. Arslan devamında, TBMM Başkanı Mustafa Şentop’a seslendi.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 60. Kuruluş yıl dönümü töreni yapıldı. Törene; Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar katıldı.
İŞ YÜKÜ “FAZLA” DEDİ, MECLİS BAŞKANI ŞENTOP’A SESLENDİ
AYM Başkanı Zühtü Arslan, AYM’nin iş yükünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) iş yükünden fazla olduğunu açıkladı.
TBMM Başkanı Mustafa Şentop’a seslenen Arslan, “Yasama organı olarak bu konudaki kanunu düzenlemeleri gecikmeksizin yapmak zorundayız, şayet bireysel başvurunun etkili ve verimli bir hak arama yolu olarak yoluna devam etmesini istiyorsak” diye konuştu.
Törenin açılış konuşmasın yapan AYM Başkanı Zühtü Arslan özetle şunları söyledi:
“Çok kısa bir şekilde iki soruya cevap vermek istiyorum. Daha doğrusu konuşmam Anayasa yargısına ilişkin biri kavramsal diğeri de pratik iki konu etrafında olacak. Cevap vermeye çalıştığınızda Anayasal adaleti sağlamak temel hak ve özgürlükleri korumak için vardır cevabını verebiliriz. Aslında sadece Anayasa Mahkemeleri değil dünyanın her yerinde tüm mahkemelerin temel görevi, varlık nedeni adaleti korumaktır. Bu hayati derecede önemli bir görevdir. Çünkü bireyin, toplumun ve devletin hayatı adaletin tesisine bağlıdır. O yüzden tarih boyunca hemen hemen her toplumda adalet devletlerin varlık sebebi olarak kabul edilmiş, hem de devletin devamının temel şartı olarak görülmüştür.
“TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ KORUMA KAYGISI”
Hakkın teslimi anlamında adalet güç ile yakından bağlantılıdır. Adaletin tecellisi gücü, gücün meşruiyeti ise adaleti gerektirmektedir. Ünlü düşünür Paskal güçsüz adaletin acziyet adaletsiz gücün ise zorbalığa yol açacağını söyler. Bu nedenle adalet ve güç buluşturulmalı, bunun için de ya adil olan güçlü ya da güçlü olan adil kılınmalıdır. Güçlü olanı adil kılmanın yolu hiç kuşkusuz hukuktan geçmektedir. Bu bağlamda Anayasa yargısının arkasında da gücün hukuk ve adaletle buluşturulması düşüncesi yatmaktadır. Siyasal iktidarı Anayasa’nın çizdiği sınırlar içinde tutarak, temel hak ve özgürlükleri koruma kaygısı geçen yüzyılda Anayasa yargısının kurumsallaşması sonucunu doğurmuştur. Özellikle iki büyük savaş arasında ve sırasında yaşanan katliamlar sistematik hak ihlalleri bir tepki doğurmuştur. Bu tepki sonucunda bölgesel insan hakları mahkemeleri kurulmuş, diğer yandan da ulusal düzeyde anayasa mahkemeleri tesis edilmiştir. Hiçbir kurumun varlığı tek başına onun fonksiyonunu icra etmesi için yeterli değildir.
Anayasa Mahkemesi’nin olması temel hak ve özgürlüklerin otomatik olarak güvenceye alınacağı anlamına da gelmiyor. Etkili ve verimli, fonksiyonel bir anayasa yargısı için olmazsa olmaz iki şart söz konusu. Bunlardan biri harici, diğeri dahili şart. Harici şart Anayasal sisteme kuvvetler ayrılı ilkesinin hakim olmasıdır. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde temel hak ve özgürlükleri korumak mümkün değildir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde modern manada bir anayasadan bahsetmek de mümkün değildir. Bu kuvvetler ayrılığı sayesinde bir yandan yargı bağımsızlığı, diğer taraftan da anayasa yargısının bağımsızlığı ve tarafsızlığı söz konusu olabilir. Etkili bir Anayasa Mahkemesi’nin varlığı için kuvvetler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesi son derece önemlidir. Dahili şart ise anayasa mahkemelerinin hak eksenli bir paradigmayı benimsemeleridir. Buradaki hak kelimesinin çift anlamlı olduğunu biliyoruz. Birincisi hak adalet anlamına geliyor, ikincisi de bir şeye sahip olma, temel haklar ve özgürlükler kapsamındaki anlamına geliyor.
Adalet hakkı tespit ve teslimdir dediğimizde bu iki anlamı da kullanıyoruz. Adalet hem hakkaniyet anlamında adaleti tespit ve teslim etmedir. Hem de bir kişinin hakkını tespit ve teslim etmedir. Bu anlamda da bütün anayasa mahkemelerinin varoluşsal şekilde hak eksenli yaklaşıma sahip olması zorunludur. Fakat bu yeterli değildir. Anayasa Mahkemesi üyelerinin yargıçlarının da adil olması gerekir. Unutmayalım ki adalet ancak adil olan kişiler tarafından sağlanabilir. Fakat adil olmak da kolay değildir. Tam da bu nedenle Alman filozof Nietzsche adaleti çok ender rastlanan bir erdem olarak niteler. Der ki bundan dolayı ‘Saygımızı adil olan kişiden daha fazla hakkeden kimsenin bulunmadığını düşünüyorum’. Zira Nietzsche’ye göre adil insanda tüm erdemler birleşir. Bu erdemlere ve yargılama yetkisine sahip olan adil kişinin eli teraziyi tutarken titremez artık.
SON 10 YIL DÖNÜM NOKTASI
Sayın Cumhurbaşkanım konuşmamın kalan kısmında ikinci soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Türk Anayasa Mahkemesi ne yapıyor? Türk Anayasa Mahkemesi, Anayasa yargısının varlık nedeninin bilincinde bir şekilde anayasal adaleti sağlamaya ve bu yolla temel hak ve özgürlükleri korumaya çalışıyor. Bunun için büyük gayret gösteriyor. Bu anlamda mahkemenin 60 yılını ilk 50 yıl ve son 10 yıl olarak ayırırsak haksızlık yapmış olmayız. Esasen bu ayrımı Anayasa Mahkemesi olarak biz yapmıyoruz. Bunu 2010 Anayasa değişikliğini yapan Anayasa koyucu irade yapmış. Bireysel başvuruyu getiren Anayasa değişikliğinin gerekçesine ve Anayasa Komisyonu raporuna baktığımızda bireysel başvurunun dönüm noktası teşkil ettiği çok açık bir şekilde ifade ediliyor. Daha da önemlisi Anayasa Mahkemesi’nin yönüyle ilgili bir değerlendirmede yapılıyor. Deniyor ki ‘Şu ana kadar devleti ve sistemi koruyan Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru ile birlikte özgürlükleri koruyan özgürlükçü bir mahkeme haline gelecek’. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin hak eksenli paradigmayı benimsemesi tercih olmaktan ziyade zorunluluktur. 2010 Anayasa değişikliğinin getirdiği gerekliliktir. Bu çerçeveden baktığımızda Türk Anayasa Mahkemesi son 10 yılda belirgin bir şekilde hak eksenli bir yaklaşımla kararlarını vermektedir.
Burada içinde bulunduğum son 10 yıla dair bazı değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunun için sizi biraz geriye götürmek istiyorum. Bundan tam yedi yıl önce bu salonda yaptığım ilk konuşmada Türk Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa koyucunun öngördüğü paradigma değişiminin henüz başında olduğunu, alınacak daha çok mesafe bulunduğunu, bu değişimin tamamlanması gerektiğini ve istikrarlı hale kavuşturulması gerektiğini ifade etmiştim. Aradan geçen yedi yıldan sonra bugün rahatlıkla şunu söyleyebilirim, Anayasa Mahkemesi’nin paradigması bireysel başvurunun yanında norm denetimini de kapsayacak şekilde önemli ölçüde gerçekleşmiştir. Bunu söylemenin, ifade etmenin mutluluğunu taşıdığımız da ayrıca belirtmem lazım.
“ANAYASA MAHKEMESİ’NİN PUSULASI MEVLANA’NIN ADALET TANIMI”
Mahkemenin benimsediği hak eksenli paradigma Anayasa’nın hak ve özgürlükler lehine yorumlanması sonucunu doğurmuştur. Hatta bazı kararlarda mahkeme hak eksenli yaklaşımın Anayasa yargısına hakim olması gerektiği ve Anayasal hükümlerin ancak bu yaklaşımla yorumlandıkları takdirde işlevlerini tam olarak yerine getirebileceklerini ifade etmiştir. Diğer yandan mahkememiz temel hak ve özgürlükleri korumaya çalışırken kamu güvenliğini bir kenara bırakmış değildir. Bazen bu konuda eleştiriler oluyor. Ama Anayasa Mahkemesi’nin bu eleştirileri hak etmediğini açıkça ifade etmem lazım. Çünkü Anayasa Mahkemesi kamu güvenliği ile temel haklar arasında çok hassas bir dengenin olduğunu vurguluyor ve bu dengeyi sağlamaya çalışıyor. Bu dengeyi sağlamaya çalışırken de Anayasa Mahkemesi’nin pusulası Mevlana’nın adalet tanımı. Mevlana’nın asırlar önce söylediği gibi adalet her şeyi yerli yerine koymaktır. Anayasa Mahkemesi de bu değerlendirmeyi yaparken her şeyi yerli yerine koymaya çalışarak adaleti tecelli etme gayreti içinde oluyor.
LAİKLİK İLKESİ VE YENİ PARADİGMA
Hak eksenli paradigmanın yansımalarını anlatabilmem için bazı somut örnekler vermem lazım. Türk Anayasa yargısındaki paradigma değişiminin laiklik ilkesinin özgürlükçü yorumu ile başladığını söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru başlamadan üç gün önce norm denetiminde çok önemli bir karar verdi. Bu kararda eski katı, pozitivist laiklik anlayışı yerine, yasakçı laiklik anlayışı yerine daha esnek, özgürlükçü bir laiklik anlayışını benimsediğini ifade etti. Bu laiklik ilkesinin temel parametrelerini belirledi. Mahkeme açıkça şunu söyledi: Laiklik ilkesi sadece dini bireyin iç dünyasına hapsetmez, daha doğrusu laiklik ilkesinin dini bireyin iç dünyasına hapsetmediğini, din ve inancın toplumsal görünürlüğüne imkan tanıdığını ve en önemlisi bunu güvence altına aldığını ifade etmiştir. Mahkemeye göre laik bir siyasal sistemde dini konulardaki bireysel tercihler ve bunları şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ve ancak koruması altındadır. Bu anlayışla Anayasa Mahkemesi’nin laiklik yorumu değişmiş ve bu birçok karara yansımıştır. Bunun en bariz şekilde yansıdığı kararlar, başörtüsü yasağına bireysel başvuru kararlarıdır. Mahkememizin hak eksenli laiklik yorumuyla duruşma salonundan başörtüsü çıkartılan avukatın başvurusunda din özgürlüğü ve ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Aynı şekilde başörtüsü yasağı nedeniyle üniversiteden ilişiği kesilen fakat aldığı burs kendisinden talep edilen kişinin başvurusunda da Anayasa Mahkemesi bir yandan din özgürlüğünün ve diğer yandan da eğitim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir… Daha önce temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma için kullandırılan laiklik ilkesi yeni paradigma çerçevesinde özgürlüklerin, özellikle din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olarak değerlendirilmeye başlamıştır.
“KARARLARDA DOKUNULMAYAN KESİM KALMADI”
Benzer bir durum diğer bir anayasal ilke olan demokratik devlet ilkesi için de geçerlidir. Mahkememiz gerek Anayasa’nın 2’nci, gerekse 13’üncü maddesinde ifade edilen demokrasiyi ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ibarelerini özgürlükler lehine yorumlamıştır. Mahkemeye göre demokrasi kişilerin temel hak ve özgürlüklerini en geniş şekilde güvence altına alan hukuksal ve siyasal düzeni gerektirmektedir. Demokratik hukuk düzeninde özgürlük esas, sınırlama istisnadır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi özellikle ifade özgürlüğü bağlamında özgürlük üzerindeki sınırlamaların zorunlu ya da istisnai tedbir niteliğinde olması ve bu anlamda da sınırlamaların başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek en son tedbir olarak kendini göstermesi gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır.
Sayın Cumhurbaşkanım Anayasa Mahkemesi Anayasal ilkeleri özgürlükler lehine yorumlarken anayasanın temel haklara ilişkin normlarını da özgürlükleri alanını genişletecek şekilde yorumlamıştır. Sadece bir örnek vermek istiyorum. Anayasa’nın 70’inci maddesi kamu hizmetine girme hakkına ilişkin. Son kararlarında, Anayasa Mahkemesi yakın tarihli verdiği kararlarda bu hakkın aynı zamanda kamu hizmetine girmenin yanında kamu hizmetinde kalmayı ve kamu hizmetinden ayrılmayı da kapsadığını ifade etmiştir. Kamu hizmetine girme hakkının güvence alanını Anayasa Mahkemesi genişletmiştir.
“JÜRİSTOKRATİK TAVIRDAN ÖZENLE KAÇINMIŞTIR”
Özgürlükçü yorumla Anayasa’yı yorumlarken mahkeme varlığını sorgulatacak tarzda bir yargısal aktivizmden ve jüristokratik bir tavırdan da özenle kaçınmıştır. Çünkü bunun ne kadar sıkıntılı sonuçlar doğurduğunu biz bu ülkede hep birlikte yaşayarak gördük. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi şunu da göstermiş oldu, son 10 yıldaki hak eksenli paradigma ile, bir mahkeme jüristokratik tavırlar sergilemeden, yargısal aktivizm yapmadan da temel hak ve özgürlüklerin güvencesi haline gelebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesi bunu kararlarıyla ortaya koymuştur.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar ile ulaşmadığı toplumun herhangi bir kesimi kalmamıştır. Toplumun tüm kesimlerinin bireysel başvuruları Anayasa Mahkemesi tarafından karara bağlanmış ve yine bu kararlarda dokunulmayan bir kesim kalmamıştır. Dokunulmayan hukuki bir mesele kalmamıştır. Anayasa Mahkemesi ülkede ve hatta dünyada tartışılan birçok hukuki mesele konusunda tavrını belirlemiş, ilke ve esasları belirlemiştir.
“CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİNDE TEMEL İLKELER BELİRLENDİ”
Bütün bu paradigma değişimi çok kolay bir ortamda gerçekleşmemiştir. Hepimizin çok iyi bildiği gibi son 10 yılda Türkiye olağanüstü günler yaşamıştır. Özellikle 15 Temmuz sonrası süreçte Anayasa Mahkemesi bir yandan bir ara 100 bini aşan kitlesel bireysel başvuru ile karşı karşıya kalmış, diğer yandan da olağanüstü halin getirdiği karmaşık, hukuksal meselelerle karşı karşıya kalmış, ki bu meselelerin bir kısmının etkisi halen devam etmekte ve Anayasa Mahkemesi hem sayısal anlamda bu bireysel başvuru yüküyle başa çıkabilmiş, hem de bu çetrefil hukuki meseleleri çözüme kavuşturabilmiştir. Olağanüstü halin getirdiği hukuki zorluklara bir de 2017 Anayasa değişikliğiyle gelen yeni kurumların yorumlanması zorluğu ortaya çıkmıştır. Bizim Anayasa pratiğimizde örneği olmayan Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi meselesi halledilmiştir. Şu anlamda halledilmiştir, Anayasa Mahkemesi bu konudaki temel ilkeleri belirlemiştir, kararlar vermiştir ve vermeye devam etmektedir.
“ACİLEN MÜDAHALE EDİLMESİ GEREKİYOR”
Özellikle iş yükü ile mücadelede bizim işbirliğine ihtiyacımız var. Anayasa Mahkemesi gerçekten 60 yıllık tarihinin en ağır, en yoğun iş yükü ile karşı karşıya. Bilhassa bireysel başvuruda çok hızlı bir artış söz konusu. Bugün itibariyle 95 bin civarında bireysel başvuru var Anayasa Mahkemesi’nin önünde. Bireysel başvuruyu kabul eden hiçbir Anayasa Mahkemesi’nin önünde, bırakalım Anayasa Mahkemelerini 47 ülkeden başvuru alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önünde dahi bu kadar başvuru yok. Şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 47 ülkeden başvuru alıyor ve 72 bin derdest başvurusu var. Anayasa Mahkemesi’nin önünde 95 bin başvuru var. Bu başvuru yönetilebilir olmanın çok ötesine geçti artık. Dolayısıyla buna acilen müdahale edilmesi gerekiyor. Burada özellikle Meclis Başkanımıza da seslenmek istiyorum. Yasama organı olarak bu konudaki kanunu düzenlemeleri gecikmeksizin yapmak zorundayız, şayet bireysel başvurunun etkili ve verimli bir hak arama yolu olarak yoluna devam etmesini istiyorsak.
“KAYNAĞI KURUTMAK GEREK”
Elbette yapılan yasal değişiklikler belli ölçüde rahatlatacak ama tam manasıyla çözüm olmayacaktır. Bireysel başvuruda iş yükünü radikal şekilde çözmenin yolu, her toplantıda ifade ettiğimiz gibi, bireysel başvurunun objektif etkisinin hayata geçirilmesi ve daha açık bir ifade ile ihlallerin kaynağını kurutmaktır. Bunu yaptığımız takdirde yeni ihlallerin ortaya çıkmasını engelleyebiliriz. Aksi takdirde bataklığı kurutmadan sivri sineklerle mücadele etmeye devam ederiz. Bunun da sonuçsuz bir uğraş olduğunu takdir edersiniz.”