EKONOMİST-DOÇ.DR. BİLİN NEYAPTI YAZDI…
Ülkelerin kalkınması, yurttaşlarının zamanla daha iyi yaşam koşullarına kavuşması demektir. İyi
yaşam koşulları sağlayan unsurlar; en temelde sağlıklı ve yeterli gıda, barınma ve temel sağlık
hizmetleri ötesinde, toplumsal huzur ve güven ortamını sağlayacak şekilde fırsatlara adil
erişimdir.
Bunların sağlanabildiği bir ortamda; insan olmanın gereği olan düşünme, hayal kurma,
bilimsel gelişim ve bunların sayesinde de yaşamsal koşulların iyileştirilebilmesi ve toplumun
tercihlerine göre mal ve hizmet çeşitliliğini artırmak mümkün olur.
Devlet kurumlarının temel varlık nedeni, ülkeyi daha iyi yaşam koşullarına kavuşturma hedefine
hizmettir. Temel kamu hizmeti olan toplumsal huzur ve istikrarı gerçekleştirmenin ön koşulu da
tüm yuttaşların can güvenliği, eğitim ve sağlık imkanlarına eşit erişimini sağlamaktır. Kamu ma
ve hizmetlerinin gereğince ve yeterince sağlandığı bir ülkede, kaynak dağılımı adil olur, gelir
dağılımı kişilerin tercih ve becerilerine göre farklılık gösterse de bu farklar aşırılık göstermez.
Böyle bir toplumun evrimi sürdürülebilir kalkınmaya örnektir.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları dünya yüzünde kalan imparatorlukları yıkıp sömürgeciliği
sonlandırmış görünse de işin aslında bu olmadı. Yıkılan imparatorlukların yerine sermayenin
imparatorlukları kuruldu ve temel ihtiyaçları ve ekonomileri dışa bağımlı ülkeler sömürülmeye
devam etti.
Yüzeysel bir bakış açısıyşla; coğrafi, demografik özellikler ve kültürel gelişimin de katkısıyla ilk
iki endüstri devrimini gerçekleştirmiş olan ülkeler, 3. ve 4. sanayi devrimlerinde de öncü rol
oynayarak bu devrimlerin etkilerini içselleştirmede en avantajlı konumda bulundular. Felsefe,
aydınlanma ve bilimsel gelişimi yaygınlaştırarak beşeri sermaye birikimi sağlayan ülkeler; bu
birikimlerini üretim sermayesine ve teknolojik gelişime dönüştürebildikçe büyük verimlilik ve
refah kazanımları elde ettiler.
16. Yüzyılda deniz aşırı ticaretle kurumsallaşmış olan kölecilik ve sömürgecilik, 20. yüzyılda
resmen sonlanmış da olsa, modern ve üstü kapalı versiyonları;1970’lerin enflasyonist ortamında
aşırı borç yükü altında kalıp erken liberalleşme yüzünden rekabet gücü olmayan yerel sanayi
sektörlerini geliştiremeden düşük teknolojili üretim ve dezavantajlı ticaret hadleri ile yüzleşen
onlarca kalkınmaya uğraşan ülke ile, 21. yüzyılda da süregeldi demek yanlış olmaz. Zira dış
kaynak ihtiyacını karşılamak için uluslararası ya da yabancı kredi kuruluşlarına başvuran ülkeler;
genellikle uzun dönemli, toplumsal fayda sağlayacak kamu mal ve hizmet üretiminden
vazgeçerek, dış borcun kısa dönemde geri ödemesini ve sıklıkla da dışa daha çok bağımlığı
garanti edecek kar ve rant odaklı üretim ve kamu zararına özelleştirmelere yönlendirilmiştir. Bu
nedenle, örneğin IMF programlarını bir kez alan ülkeler bir çok defa aynı kaynağa başvurmuştur
ki Türkiye bu duruma bir örnektir. Küresel boyutta durum bu iken, kökenleri milattan öncelere,
Aristo’ya dayanan, yakın çağda ise Fransız devriminden başlayıp yayılan demokratikleşme
süreçlerinin de kalkınma kazanımlarının kısıtlı kalmış olduğu gerçeğinin önemli bir göstergesi;
refahın küresel boyutta olduğu kadar çoğu ülke içinde de çok eşitsiz dağılmış olmasıdır.
Kültürel emperyalizmin kuşatıcı toplumsal etkileri ve iktisaden dışa bağımlılık koşullarında;
özgün gereksinimleri, kısıtları, kuruluş ilke ve hedeflerine uygun kurumların yanısıra,
sürdürülebilir büyüme sağlayacak yatırımların da olmadığı bir ülke vatandaşlarının salt periyodik seçimlerde çoğunluk oyuyla karar verici seçmesi ile demokrasi olmaz.
Kaynaklarını etkin ve verimli kullanmak yerine israf eden bir ülkeye gelecek dış kaynağın, ülkenin kendisinden çok
kaynağı sağlayana fayda getirecek yatırımlara yönleneceği, vatandaşın tercih ve gereksinimlerini
öncelemeyeceği ve uzun vadeli kalkınma hedefine hizmet etmeyeceği çokça tecrübe edilmiştir.
Son 40 yılda özelleştirmeler sonucu eğitim ve sağlıkta yaşanan büyük zafiyetler ve demiryolları
yerine karayolları yatırımlarıyla artan dış bağımlılığımız bunun en somut örneğidir.
Çoğu ampirik çalışma, demokrasi ile kalkınma arasında güçlü bir ilişki kursa da modern kölelik;
yurttaşların kendi ülkesinde bile artık boğaz tokluğuna çalışması, yaşam koşullarını iyileştirme
fırsatına erişim imkanının kurumsal düzenlemelerle engellenmesi şeklinde süregelmektedir.
Bir ülkenin sömürge haline gelişi, kendi geleceğine ve kalkınmasına yönelik kararların milletin
kendi tercih ve iradesi yönünde değil; hegemonya tarafından fonlanan sözde düşünce kuruluşları
ve yönlendirilen projeleri, eğitim kurumlarından öğrencileri mümkün olduğu kadar erken seçip
çökmeye yüz tutan sistemin sürekliliğine katkı verecek biçimde biçimlendirerek geleceğin
yöneticileri yapmak şeklinde gerçekleşmekte.
Statükocu sözde aydınların aslında güçlü değil son derece zayıf karakterler olduğuna ilişkin
geniş çapta farkındalık yaratmak tüm bu düzenek içinde oldukça zor. Ancak adına demokrasi
denen oyunun; giderek tam kontrol altına alınan ve mülksüzleştirilen bir toplum projesine
dönüşümünün ve kurallı dünya düzeni denen sistemin tüm kurallarının aslında sadece
hegamonyanın güç koruma ve konsolidasyonu demek olduğunu, geniş çevrelere yılmadan
anlatmaya devam etmek, yıkılmaya yüz tutmuş bu sistemden kurtulup doğru bir düzene, kuruluş
ilkelerimize dönüş için şart.