Celal Eren ÇELİK
Malum memleketimizin en önemli özelliklerinden bir tanesi de hiç bitmeyen yoğunluktaki gündem değişimleri. Hatta öyle ki memlekette aynı gün içerisinde 2-3 farklı gündem maddesini bile tartıştığımız oluyor ve bu artık bizler için “Sıradan” bir olay halini almış durumda.
Hal böyle olunca bu sıcak ve sürekli değişen gündem içerisinde yapılan tartışmalar çoğu zaman gündelik, yüzeysel ve tabiri caizse “Fast food” türü “Çabuk tüketilen ve bunun tabii sonucu olarak hayatımıza hiçbir iz bırakmadan gelip geçen, bazısı 1-2 gün, kimisi ise 1-2 saatten sonra unutulup giden “Günlük polemikler” olmaktan öteye geçemiyor.
Hele hele yapılan tartışmalar hemen hiçbir zaman kavramlar üzerinden, tarihsel perspektiften derinlemesine sonuçlar çıkartılarak yapılmadığı için ve ülkemiz maalesef “İçi boşaltılmış kavramlar” cenneti haline geldiği için akademik tartışmaların bile pek çok kez belirli standartların çok altında kaldığına şahit oluyoruz.
Bu girizgahı daha da uzatmak mümkün lakin sizleri ana konunun uzağında daha fazla tutmak yerine AKP iktidarının giderek otoriterleştiği günümüzde en can alıcı soru olması gereken “Türkiye Demokrasi ile yönetilmenin artık sonuna mı geldi?” başlığının kavramsal ve tarihsel bir perspektiften ele alacağımız yazımızın detaylarına geçmek çok daha iyi olacak. Zira bu soru gerek bugünkü durum hakkında sağlıklı bir tespit yapılabilmesi gerekse AKP sonrası dönem için bizi bekleyen olası ve büyük bir “Potansiyel” tehlikenin şimdiden farkına varabilmemiz açısından son derece hayati bir önem taşımakta.
Zaten yazının devamını okuduğunuzda neden böylesi “Sıkıcı” görünen bir girizgah ile yazıya başladığımızı da çok daha net anlayacaksınız..
O halde “Sizler hazırsanız biz de hazırız” diyelim ve peşrevi daha fazla uzatmadan yazımızın detaylarına geçelim…
***
Şimdi sizlerle takvim yapraklarını 2 bin sene kadar geriye saracağız…
M.Ö 140’ların başına gelindiğinde dönemin “Süper Gücü” olan Roma karşısında hiç beklemediği bir rakip bulmuştur. Eski Fenike Kolonisi olan Karataca Devleti Roma’nın başına adeta “Bela” olurken tarihin en önemli savaşları olan PÖN SAVAŞLARI ile birlikte Akdeniz egemenliği için kıran kırana bir mücadele yaşanacaktır.
İşte bu mücadele devam ederken dönemin aydın ve düşünürleri yaşanan olaylar hakkında çeşitli görüşler önem sürerken çağdaşlarından farklı bir bakış açısı ile olaylara yaklaşan bir isim vardır ve o isim ünlü tarihçi Polybios’tur.
Ünlü tarihçi Polybios Roma ile Kartaca arasındaki mücadelenin büyük bedeller ödenerek Roma lehine sonuçlanmasını sadece askeri strateji ve ordu komutasındaki yönetim becerisi açısından ele almamış, Roma’ya kesin zaferi getiren koşulları siyaseten ve “Yönetim modeli” olarak da incelemiştir.
Polybios’un başyapıtı olarak adlandırılan ve her birisinde farklı tarihsel dönem ile olayları inceleyen 40 farklı cildin bir araya gelmesi ile oluşan TARİHLER kitabı bu bakış açısı ile kaleme alınırken ünlü tarihçi Antik Roma’daki “Demokrasi” tanımına da farklı bir bakış açısı getirerek o zamana kadar görülmemiş yeni bir “Demokrasi döngüsü” tanımlaması yapmıştır.
Polybios’a göre devlet yönetimlerinde geçerli olan monarşi sistemi bir süre sonra “Güç zehirlenmesi” yaşayarak soyluların öncülüğü ve denetiminde “Tiranlığa” doğru evrilir. Ancak soylular da bir süre sonra kendi aralarında bir nüfuz mücadelesi yaşarlar ve bu kez soyluların içerisinde bir tasfiye yaşanır ve ayakta kalan soyluların yönetimi ile birlikte elitist bir “Oligarşik” yapı ortaya çıkar.
Ancak bu oligarşik yapı bir süre sonra halkın çoğunluğuna baskı uygulamaya başlayınca, halkın çoğunluğu ayaklanarak oligarşiyi yıkar ve “Demokrasiyi” kurar.
İşte Polybios kaleme aldığı “Demokrasi döngüsü” içerisinde en çarpıcı tespitleri bu aşamadan sonra yapmaktadır. Polybios’a göre demokrasinin kuruluşundan sonra toplumdaki nüfus artışı ile toplumun “Eğitimli ve nitelikli” nüfusu arasında ters orantılı bir eğri ortaya çıkar. Yani nüfus artar ancak nüfusun çoğunluğunu eğitimsiz/cahil ve niteliksiz kitleler oluştururken nüfusun eğitimli-nitelikli kısmını oluşturan yüzdesi azınlıkta kalır.
İşte cahil-eğitimsiz ve niteliksiz “Halk yığınlarının” nitelikli-eğitimli halkı “Çoğunluğuna dayanarak” ve demokrasideki “Seçme-seçilme” ana prensibini hayata geçirerek tasfiye etmesi yahut yönetimi altına alması ile birlikte Polybios’un “OKLOKRASİ” adını verdiği ve “Demokrasinin son evresi” olarak tanımladığı aşamaya doğru ilk adım da atılmış olur.
“Demokrasinin son evresi” olarak tanımlanan “OKLOKRASİ” demokrasinin yozlaştığı,yolsuzlukların arttığı, devlet yönetiminde liyakatin en alt seviyeye indiği aşamadır aynı zamanda.
OKLOKRASİ aşamasına gelmiş bir toplumda Polybios’a göre en belirgin ve önemli karakteristik özellik toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan eğitimsiz-cahil ve niteliksel halk yığınlarının olaylar ve konular hakkında bilgileri olmamasına rağmen kesinlikle fikirleri olmasıdır.Bu tip toplumlarda bilgisi olmayan ancak her konuda fikri olan geniş halk kitleleri giderek parçalı bir yapı haline gelirken bir “Siyasal organizasyon” yahut güçlü bir “Siyasal figür” ortaya çıkarak bu kitleleri “Ortak bir takım değerleri” üzerinden tutkulu biçimde aynı siyasal hedef,ideal üzerine birleştirebildiği takdirde kısa süre içerisinde devletin yönetimini ele geçirir. Devlet yönetimini “OKLOKRASİ” için hazır hale gelmiş geniş halk kitlelerini arkasına alarak ele geçiren yöneticiler ise kısa süre içerisinde “TİRAN” haline gelirler.
Yani Polybios’un “TİRANLIK” ile başlayan “Demokrasi döngüsü” döngü tamamlanıp, OKLOKRASİ tüm sosyal ve siyasal katmanları,siyasal aktörleri ve üst yapı kurumları ile hayata geçtiğinde yeniden “TİRANLIĞA” evrilerek tamamlanmış olur.
***
Peki Polybios’un 2 bin sene önce yaptığı bu “DEMOKRASİ DÖNGÜSÜ” tanımlamasının son noktasında toplumun bir tiranın avcuna düşmesinin sonrasındaki aşama için önerisi ne olmuştur dersiniz?
İşte bu sorunun cevabı çok daha ilginçtir zira Polybios bu sorunun çözümü için Roma’da siyasi bir kurum olan ve olağanüstü yetkiler ile donatılmış bir “DİKTATÖR” tarafından -Roma’da bu siyasi makama magistratus extraordinarius ismi verilmekteydi- sistemin yeniden düzeltilmesi ve sonrasında yeniden demokrasiye geçişin sağlanmasını önermişti…
Şimdi 2 bin sene öncesinden hızla günümüz Türkiye’sine gelelim isterseniz…
AKP iktidarı 2 bin sene önce Polybios’un tanımını yaptığı OKLOKRASİ sistemini tam olarak uygularken biz ülkenin kurtuluşu için bir “DİKTATÖR” mü arayacağız?
Pek çoğunuzun bu soruya “Arkadaş öyle saçma şey olur mu?” dediğinizi duyar gibiyim ancak toplumların buhranlı,kriz dönemi yaşadıkları, özellikle de yoğun baskı altında kaldıkları dönemlerden sonra bir sistemsel çıkış felsefesi üretmek yerine bir “KURTARICI” beklemek gibi bir “ZAAFLARI” olduğunu bize tarih sayısız örnekleri ile göstermekte…
İtalya’da faşizmi ve Faşizmin babası Mussolini’yi iktidara getiren de, Almanya’da Hitler ve Nasyonal Sosyalizmi iktidara taşıyan da işte bu “Kurtarıcı bekleme” ruh halidir.
Keza AKP de 2001 yılında büyük bir ekonomik kriz ile dibe vuran ülkede siyasetin merkezindeki tüm partilere isyan eden Türk halkının beklediği “Kurtarıcı” olarak lanse edilmiş ve “Kurtarıcı” olarak ülkede iktidar olmuştur.
Şimdi Türkiye 21 sene sonra yeniden ve çok daha ağır bir ekonomik ve siyasal kriz ve buhran dönemi yaşarken toplumda bir kez daha bu sıkıntılı “Kurtarıcı” beklentisi zirveye çıkmıştır.
Peki bu “Kurtarıcı” beklentisi zirveye çıkmışken bizi bekleyen tehlike nedir?
Türkiye’nin en önemli “Filozoflarından” birisi olan ve genç yaşta hayatını kaybeden ünlü sosyolog Ulus Baker’in “Muhafazakarlık” kavramı bugünkü siyasal tablonun iyi okunabilmesi açısından son derece önem taşımaktadır.
Ulus Baker muhafazakarlık kavramının tanımını bakın nasıl çok çarpıcı bir biçimde dile getiriyor:
“…muhafazakâr, özellikle “modern” çağın insanıdır, eski, “geleneksel” denen toplumlarda “muhafazakâr” yoktur. Bunun nedeni ise çok kolay anlatılabilir: gelenek, eğer gerçekten gelenekse, zaten kendini koruyacak güce sahiptir ve insanların onu korumak, muhafaza etmek için beyinlerini zorlamaya çok ender durumlarda ihtiyaçları olur. Muhafazakârlık ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin ardında kaldığı andan itibaren mümkün bir duygusal yaşantıdır. Fenomenolojik “geçmişe özlem” değerinin altında gelecek üzerinde kurulacak bir hâkimiyet güdüsü yatar. Muhafazakâr, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum, gelecekte de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar…
Muhafazakâr fikriyat, toplumsal yaşantı içinde sosyal ve politik bir tavır haline gelince, bu “dram” traji-komik bir hâle bürünür. Geçmişin “değerlerini” korumak, “ataların mirasını” savunmak çok kolay ırkçılığa ve faşizme yol açan tutkulara dönüşebildiyse, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki “geleneğin” büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.”
KAYNAK: ULUS BAKER-BİRİKİM DERGİSİ-SAYI:70-YERLİLİK:BİR AŞINDIRMA DENEMESİ
Keza yine Ulus Baker “Kederli ruhların desteklenmek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır.” derken ve “Din savaşlarından yırtabilirsek belki de iktidarlarını yeniden kurulacak bir despotun egemenliği altına düşeceğiz” diye eklerken toplumların “Kriz ve buhran” psikolojisi ile “Kurtarıcı sandığı yeni tiranlara” nasıl da kolayca kucak açabileceklerini ifade ediyordu.
Bugün AKP iktidarının sonlandırılması ve beklenen “Kurtarıcının” gelmesi için ülkedeki ana muhalefet partisi CHP’nin kendisini adeta inkar edercesine sağcılaşarak giderek “Çakma bir muhafazakar” parti haline gelmesi, CHP’nin “Dostları” olan GELECEK ve DEVA PARTİLERİ’nin ise zaten kendilerini “Muhafazakar” olarak tanımlaması, SAADET PARTİSİ’nin Siyasal İslam’ın bu ülkedeki bayraktarı olması, İYİ PARTİ’nin ise muhafazakarlık kodlarını milliyetçilik ile bezeyerek üzerinde taşıyor oluşu ve politik/felsefi/ideolojik bir alternatif hat ortaya koymaktan uzak “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” mantığı ile ortaya çıkması ve bu “Sekter” anlayışı topluma dayatması karşımıza ciddi bir “Tehlike” olarak durmaktadır.
Zira kendi içerisinde “Yerine geçmeye hazırlandığı AKP’nin” ideolojik kodlarını taşıyan böylesi bir yapı Ulus Baker’in ifadesinde kendisini bulan “Desteklenmeye ve propagandalarının yapılmasına” daha yalın bir ifade ile “Yıllardır kaybeden olmaktan çıkıp artık kazanan olmaya” susamış, “Kederli” ruhlar ile buluştuğunda yaşanacak olan gerçekten bir kurtuluş mudur yoksa Polybios’un tamamlanmış DEMOKRASİ DÖNGÜSÜ sonrasında yeniden başa dönüldüğünde karşımıza çıkan yeni bir TİRANLIK’ın ilk adımı ve temeli mi olacaktır?
İşte soru da son derece önemli sorun da tam olarak budur…
Ve toplumumuzun bu kez yanlış karar verme lüksü yoktur bu nedenle “Pragmatist siyasal kazanımlar” adına ilkesizce,kendi değerlerinden taviz vererek hatta kendini inkar ederek yapılan ittifaklar geçici seçim zaferleri sağlasa da orta/uzun vadede yeniş bir toplumsal yıkım yaşatabilir.
Ve işte tam da bu sebeple muhalefetin özelikle de ana muhalefetin asli sorumluluğu ise AKP’den ülkeyi kurtarırken ülkeyi bu uçuruma itmemek, seçmenlerin temel talebi ise en az “İktidar” kadar bu iktidara giderken izlenecek yoldaki “İlkeli siyaset” olmak zorundadır…