Cihan ÇİFTÇİ
Osmanlı idaresinin gücünü yitirmeye başladığı dönemde İslam dünyasında bu güç boşluğunu doldurmaya namzet bazı odaklar ortaya çıktı.
Bu grupların çeşitli fraksiyonlara ayrıldılar. Ancak bunları, genel düşüncelerini itibariyle Entelektüeller ve Halkta karşılığı olan diğer kanaat önderleri olarak ayırabiliriz.
Afganistanlı Cemalettin Afgani, Mısırlı Muhammed Abduh, Hindistanlı Seyyid Ahmed Han ve Mehmet Akif Ersoy İslam’ın entelektüel kesimlerinin bazı temsilcileriydi.
Fakat; bu düşünürlerin Osmanlı idaresinin yıpranmasından sonra doğan güç boşluğunu doldurmak niyetiyle ürettikleri fikirler geniş halk kitleleri nezdinde pek karşılık bulamadı. Halk daha çok kendi kültür seviyesine yakın liderleri ya da kanaat önderlerini benimsedi.
Daha çok cemaat liderlerinden oluşan bu grup daha ziyade kutsal değerler, anlık motivasyon üretebilecek değerler üzerinden geniş halk kitlelerini konsolide etmeyi başardılar.
Halka daha yakın gelen liderlere örnek olarak Mısırlı Hasan El-Benna, Pakistanlı A’lâ Mevdudi, Suriye’li Said Havva gösterilebilir.
Halkı, yukarıda bahsi geçen liderlere yaklaştıran tek sebep liderler ile halk kesimlerinin entelektüel seviyelerinin yakın olması değildi. 19. yy sonlarına doğru işgalci güçler Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmışlardı.
Entelektüel kesimlerin fikirleri genel olarak bütüncül, kendi içinde tutarlı ve sonuçları uzun vadeli denebilecek planları kapsarken, diğer taraf kısa vadede sonuca gidilebilecek reaksiyonlar üretecek fikirler etrafında -mevcut işgallerin etkisiyle- kolayca birleşti.
Devletin bekasını muhafaza etmek amacıyla örgütlenen organize gücü yüksek olan bu kesimler şeriatın uygulanabilmesi için devlet yönetiminin ayakta tutulmasını ilk şart olarak görmekteydiler.
Burada dikkate değer olan bir nokta var. İslam peygamberi vergi toplayıp savaş ilanına karar verdi. Diplomasi yürüttü ve barış anlaşmalarını imzaladı. Aynı zamanda cemaatine namaz kıldırdı ve İslam şeriatının uygulayıcısı oldu.
Bu yönüyle düşünüldüğünde -Müslümanlar için ilk önderden başlayarak- din ve devlet işlerinin ayrı düşünülmediği sonucuna varılabilir. 19. Yüzyılın şartları ve bu kültürel kodlar birlikte düşünüldüğünde kalabalık halk kitlelerinin seçtikleri yol daha net anlaşılabilmektedir.
Günümüzün Siyasal İslam anlayışının köklerinde yatan bu kısa serüvenden yola çıkarak şunlar söylenebilir;
Siyasal İslam hiçbir zaman Laiklik yanlısı bir tavırda olamaz. Laikliği tehdit olarak görür çünkü sekülerizm kendi ontolojisine terstir.
Siyasal İslam düşüncesinin halkta karşılık bulmasının temel nedenlerinde biri, var olduğunu inanılan bir “düşman figürü” dür. Bu yüzden bu fikrin güncel kalabilmesi için her zaman anlık reaksiyonlara sebep olabilecek bir düşmana ihtiyaç vardır.
Bulunan düşman kısa vadede yok edilmez ise şeriatın yok olacağı algısı her zaman günceldir. Bu nedenler Siyasal İslam fikri miyoptur uzun vadeli plan yapamaz.
Siyasal İslam düşüncesi, kendi algısı dışındaki fikirlerin hemen hepsine yabancıdır. Onları tehdit olarak görür. Bu nedenle üyeleri radikalize olmaya hatta terörize olmaya müsaittir.
Evet, gelişmiş toplumlara şöyle bir baktığımız zaman, toplumu geri bırakan sosyolojik unsurların zaman içerisinde acı tecrübelerle yönetime dahil olduklarını müşahede edebiliyoruz.
Bu acı tecrübeler neticesinde toplumun geneli hatta bu unsurların taraftarları yapılan yanlışları kabul ederek bu sosyolojik tabanı kendi içerisinde eritebilmiştir. Diğer bir deyişle toplumlar da evrimleşerek gelişmiştir.
Son yıllarda zirve noktasına erişen Siyasal İslam politikalarının neticeleri topluma yansıdıkça hatalar daha net görülebilmektedir. Bu da toplumun gelişebilmesi için acı olduğu kadar önemlidir.
Bu türden düşünceleri yok etmek için alınan sert tedbirler ise (Türkiye’de yaşanan baş örtüsü yasakları, kat sayı uygulamaları) bu grupları görünmez kılarak radikalleştirmektedir.
Peki çözüm nedir? Bu da ayrı bir yazının konusu olsun…