Hayatın doğal koşulu olan yaşam, mutlaka dönüşmek ve kendisini yenilemek zorundadır. Gelişmeler ve olgular bunun en iyi örneğidir. Hayatın değişmesi ve tarihsel süreç için yaşanan vakalar, bazı olay ve olguların yeniden şekillenmesine neden olmaktadır. Vakaların tarihsel olayları ortaya çıkardığı muhakkaktır. İnsanlığın en büyük düşmanı olan ve ezme iç güdüsü ile boyun eğdirme stratejisi sergileyen emperyalizm, bu hayatsal döngü içinde kendisini sürekli yenileyen ve gayesini değiştiren bir mekanizmadır. Ulusların çöküşünü hazırlayan ve tek devletli ulus düşüncesinin benimsenmesine neden olan emperyalizm, rüzgârın yönüne ve şiddetine göre her zaman kendisini yeniler.
Emperyalizm, bir sermaye geleneği neticesinde ortaya çıkan bir kavram olmakla birlikte sermayeyi her zaman kontrol altına almak isteyen düşünce sistemidir. Bu sistemin uygulanması için insanlığın karanlığa gömülmesine göz yumabilmekte ve sistemin işleyişini sağlamak için de demokrasiyi bir araç olarak görebilmektedir. Sermayenin demokrasiye hâkim olduğu üçüncü dünya ülkelerinde, uluslar her zaman örselenmekte ve gelişimi sekteye uğratılmaktadır. Halkın çıkarının değil belirli bir sınıfın ya da zümrenin çıkarının korunduğu burjuva parlamentoculuğunda esas gaye; refah, sosyal, demokrat bir devletin inşası değildir. Sınıfların ya da zümrelerin yaşamsal koşullarını iyileştirmek ve her zaman bu koşulların iyileştirerek sömürü zincirinin geliştirilmesidir. Sermayenin bu kadar kollanıp, düzenin sağlandığı konjonktürde, siyasi partilerin temsilcileri de sermayeden seçilir. Geri bıraktırılmış ve köhne zihniyetin yönetim mekanizmalarını ele geçirdiği ülkelerdeki temsilciler, sermayenin temsilciliğini ve izdüşümsel yankılarını oluşturur.
Bir ülkenin dönüşümü, onu temsil eden siyasilerin varlığı ile doğrudan ilişkilidir. Sandık demokrasisinin egemen olduğu hayat biçiminde hülya tek gerçektir. Çünkü tek iş, insanlığın gelişimi için ortak payda yaratmak değil, hayallerle dolu bir yaşam ortaya koymaktır. Eğitim seviyesinin düşük olduğu ve cahilliğin zirveye ulaştığı bir sistemin en büyük kazanımı hayallerdir. Hayaller, ideolojik hatları öldürür ve artık partiler ideolojik mücadele aracından çok, şahsi ikballerin nemalandığı bir düzleme dönüşür. Bu düzlem, emperyalizmin rahatlıkla hareket edebildiği ve bu hareket alanını günden güne geliştirdiği bir evreye geçer. O yüzdendir ki; bir toplumun dönüşümü, önce halkı temsil edenlerin dönüşümü ile mümkündür. Bu dönüşüm, toplumsal bir ilerleme değil bir gericilik aforizmalarına hâkim alanlar yaratır. Yani bütün mesele, sermayenin halkın hizmetine sunulmasıyla doğru orantılıdır.
Türkiye’de iktidarları belirleyen ana etmen her zaman sermaye olmuştur. Türkiye’nin 12 Eylül’den sonra yaşadığı toplumsal ve ekonomik sapmalar, bunun en iyi göstergesidir. Ülkemizin 12 Eylül ve 3 Kasım’dan sonra yaşadığı gelişmelerin neticesinde yeni bir sermaye varlığı dikkatleri çekmektedir. Bu varlık, gerici varsıllığa evirilmiştir. Yani sermaye, halktan yana değil gericilerin egemenliğine geçmiştir. Bu geçiş, ülkemizin karanlığa hapsolmasına ve parti politikalarının bu düzene göre şekillenmesine neden olmaktadır. Ülkenin kurucu partisi dahi bu dönüşümden nasibini almış ve parti, devrimciliğini unuta gelmiştir.
Her geçen gün bu sisteme mahkûm olunmakta ve halkımız, bir avuç gericinin emellerine kurban edilmektedir. Hal böyle devam ettiği taktirde; Türk milletinin her bir ferdi için ölüm tehlikesinin artması anlamına gelmektedir. Gelecek, onu anlayan ve halkın refahını düşünler için bir fırsattır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi ancak halkın uyanışı ve halkın ayağa kalkmasıyla mümkün olabilmektedir. Yani bir yeni bir mücadele sayfasının açılması, toplumsal direniş hattının oluşturulması elzem ve meşrudur.
Küreselci duygularla hareket eden ya da toplumun sırtından geçinen insanların varlığı, bizler için yıkılamayacak bir problem değildir. Biz, bu uyanmayı ve halkımızın gelişimi için verilen mücadelenin önemini tarihimizden iyi hatırlıyor ve biliyoruz. Türk milletinin kurtuluşu için verilen mücadelenin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları olarak yeni bir politik bakış açısı oluşturmak ve belirli bir reddiyenin adı olabilmek çok da zor değildir.
Emperyalizm, yüzyıl önce olduğu gibi ülkeleri işgal ederek değil, içeriye yerleştirdiği yöneticiler aracılığıyla sömürdüğü tartışmasız bir gerçektir. Bütün mesele, yaratılan sistemin elemanlarını tespit edebilmekte yatmaktadır. Yani sistemin yıkılması için öngörülemeyen olmak, hayati önem taşımaktadır. Geleceği yeniden yaratmak ve Cumhuriyet devrimiyle birlikte hız kazanan insani yaşam koşullarına yeniden dönmek için elbette işimiz kolay değildir. Sistemi hedef alabilmek ve sistemi değiştirme arzusu duymak bu politik hattın ilk mücadelesidir. İktidar ve muhalefetin belirli bir azınlık tarafından yönetildiği dönemde, devrimciliği hatırlamak en hayati vazifedir. Bu vazife için demokrasiyi araç olarak değil amaç olarak görmek mecburiyetindeyiz.
- yüzyılda şahit olduğumuz ulusal mücadelelere, 21. Yüzyılda politik mücadeleler olarak rastlayacağız. Bu mücadelenin tarafları ise küresel işbirlikçilere karşı ulusal refahı ve kalkınmayı hedefleyen guruplar olacaktır. Neden mi?
Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye adlı kitabın 105. sayfasında yazdıkları ile bu sorunun cevabını bulabiliriz. Aydoğan, “Yatırımların seçiminde, ithalat politikalarının belirlenmesinde, işsizlik oranlarının düşürülmesinde, doğal çevrenin korunmasında ve bunların da ötesinde ulus çıkarlarını gözeten siyasi kararların alınmasında, söz ve karar sahibi olması gereken hükümetlerin güçleri giderek azalmaktadır” diye bahseder. Metin Aydoğan’ın bu cümlelerinin üstüne ekleme yapmakta fayda görüyorum. Güçleri azalan hükümetler, kendi diasporasını dayatmak için sermaye sahipleriyle birlikte halkının fakirleşmesine katkı sağlamakta ve küreselcilerin bayraktarlığını yapmaktadır. Küreselcilerin bayraktarlığını yapmak ve gücünü hissettirmek isteyen hükümetler, dış borçlarla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Metin Aydoğan, aynı kitabının 129. Sayfasında, dış yardım(borçlanma) ile ilgili, “Tarım ya da hammaddeye dayalı birkaç kalemlik ihraç ürünü, dünya borsalarının ‘kaprisli’ dalgalanmalarıyla çoğu kez değerinin altında işlem gördü. Meydana gelen ödemeler dengesi açıkları, borçlanmalarla kapatılmaya başlandı. Alınan borcun faiz ve anapara geri ödemeleri zaten sorunlu olan ihracat gelirlerinin önemli bölümünü çekmeye başladı. Borç ihtiyacı büyüyen boyutuyla yeniden ortaya çıktı. Alınan borç, dış ticaret açıklarını, dış ticaret açıkları da alınan borcu arttırdı. Bu sarmal az gelişmiş ülkeleri bir daha kurtulamayacakları bir borç açmazına sürükledi. Borç ödemek için yeni borçlar bulmak zorunda kaldılar” diye bahseder.
10 Kasım’da, Mustafa Kemal Atatürk’ün bedenen aramızdan ayrılmasının ardından yardım anlaşmaları ve desteklerle tam bağımsızlık ilkesinden adım adım uzaklaşan Türkiye, yarı sömürge durumundadır. Görüldüğü gibi, işgaller sadece boyut değiştirmiştir. İşgaller kısmi olarak silahla yapılırken, ikili anlaşmalarla, tek kurşun atmadan ülkeler bağımlı hale getirilmektedir. Ne de olsa, ülkesine ve halkına yabancılaşmış yerel ortakların, her alanda güçlü işbirlikçileri haline getirilmesi küreselleşmenin eski politikalarından biridir.
Her geçen gün artan karşı devrim politikaları ile Türkiye Cumhuriyeti yönetilmektedir. Mustafa Kemal’in önderliğinde ortaya çıkan Kemalizm; emperyalizm var olduğu sürece ayakta ve karşısında yer alacaktır. İnsani koşullarıyla her ulusa uygulanabilir sistematik düşünceleri barındıran Kemalizm ile mücadele etmelerinin sebebi budur. Şu anda, Türk ulusu olarak yapmamız gereken iki seçeneğimiz var; ya tüm dünyaya örnek teşkil edecek ulusal politik mücadelemizi vereceğiz ya da sömürülen, her geçen gün yozlaştırılan toplum olma özelliğimizi koruyacağız.
Biz, kararımızı verdik. Yeniden tüm dünyaya örnek ulusal politik mücadelemizin hattını oluşturacak ve hattı müdafaa anlayışla ülkemizin bağımsızlığını yeniden sağlayacağız.