Bu yerel seçimlerin ardından tam 4 sene eğer bir erken seçim olmazsa Türkiye “Seçimsiz” bir sürece girecek.Ve bizler artık bir “Yol ayrımına” geleceğiz…
Seçimlerin ardından sonuçlar ne olursa olsun Türkiye’de hep beraber oturacağız, sakince ve belki uzun yıllardır yapmadığımız şekilde şapkamızı önümüze koyacağız ve şuna karar vereceğiz;
Hala Ortaçağ’ın “Köle-efendi” temelli feodal kavramlarını konuşup, bunları argüman edinenlerin ve bunun üzerinden ayrılıkçı etnisite siyaseti yaparak siyasi ve ticari rant sağlayanların peşinden mi gideceğiz, yoksa özgür birey olabilmenin koşullarını eşit yurttaşlar olarak üniter bir devlet yapısı içerisinde mi sağlayacağız?
Hala 1900’lerin başındaki “Sanayi Devrimi”ni ve “Sanayi toplumunu” mu konuşacağız, yoksa dijitalleşen Dünya’da Endüstri 4.0 ve Endüstri 5.0 ile “Bilgi ve Teknoloji” devrimi ile inşa edilmiş “Bilgi Toplumunu” mu konuşacağız?
Yeni cezaevleri ve devasa boyuttaki Adliye Sarayları yapmakla mı “Övüneceğiz”, tam bağımsız bir yargı sistemi tesis edip, ifade ve basın özgürlüğü alanını teminat altına mı alacağız?
Toplumsal olarak kutuplaşmaya mı devam edeceğiz ve böylece bizi bilinçli-sistematik ve stratejik olarak “Kutuplaştırarak” birbirlerine karşı “Koz” olarak kullanıp, karşı “Kutup” sayesinde bizi “Korkularımız” ile esir alarak kendi koltuklarını korumayı garanti altına alanlara bu fırsatı vermeye devam mı edeceğiz, yoksa geniş ve toplumun her katmanından, sosyalisti ile, milliyetçisi ile ,sosyal demokratı ile, samimi inançlı mütedeyyini ile, Türkü ile Kürt’ü ile, Alevisi ile Sünnisi ile,işçisi ile memuru ile, öğrencisi ile akademisyeni ile ,köylüsü ile işsizi ile, genci ile yaşlısı birlikte Cumhuriyetin temel ilkelerine sıkı sıkıya, Cumhuriyet değerlerinden milim taviz vermeyen ve fütursuzca devam eden Karşıdevrimi geri püskürtecek” bir büyük “TOPLUMSAL MUHALEFET HAREKETİ” bir büyük “İLERİCİ MERKEZ ODAK” cephesi mi örgütleyeceğiz?
Hala “Borçlanma”-sıcak para-borsa-finans ve sıkı para politikaları ile neo-liberalizmin esareti altında gelişmiş kapitalist devletlere “Gümrük duvarlarımızı” Gümrük Birliği Anlaşması ile sıfırlamış şekilde “Açık pazar” olup bu ülkelere düşük yoğunluklu teknoloji gerektiren ve 3’te 2’si “Montaj sanayii” ürünlerimizi ihrac ettiğimiz zaman mutlu mu olacağız, yoksa katma değeri yüksek, bilişime dayalı bir “Üretime dayalı kalkınmacı” ve devlet ile özel sektörün koordineli, zaman zaman birlikte çalıştığı ve Dünya ile entegre ve rekabetçi, kendi küresel markalarını çıkartabilmiş bir ekonomik model mi ortaya koyacağız?
Hala ABD ve AB’ye “Bağlı” ve “Bağımlı” olabilmeyi ülke yönetmenin ve siyaset yapmanın “Ön koşulu” olarak mı göreceğiz, yoksa “Tam Bağımsız” ve kendi dengelerini kurabilen bir dış politik hattı mı kuracağız?
Hala geleceğin en önemli sorunlarından birisi olan “Gıda ve açlık krizini” görmezden gelerek tarım ve çiftçiliği yok etmeye devam mı edeceğiz, yoksa yeniden Türkiye’yi güçlü bir tarım ekonomisine sahip kılarken Türkiye’nin “Tarımsal ürün haritasını çıkartıp topraklarımızı en verimli şekilde kullanarak” ve çiftçilerimizi sübvansiyon ve krediler ile yeniden tarımsal faaliyetlere yönlendireceğiz?
Hala sağlık ve eğitimi bir “Ticari sektör” olarak mı göreceğiz, yoksa sağlığın temel insani hak olduğunu bir ön kabul olarak benimseyerek, eğitimin ise gericileştirilmiş bugünkü halinden arındırılarak yeniden ve Türkiye’ye özgü yöntemler ile tamamen devlet eli ile ama en yüksek standartlarda ve tamamen ücretsiz sağlandığı bir sistemi mi kurgulayacağız?
Hala yeni cezaevleri yapmak ve büyük, gösterişli ama içerisinde “Adalet olmayan” “Adalet Sarayları” açmakla mı övüneceğiz, yoksa tam bağımsız bir yargı sistemini tesis edip, ifade ve basın özgürlüğünü garanti altına mı alacağız?
Hala “İşçimi ne kadar çok çalıştırabilirim” mantığı ile karını maksimize edeceğini düşünen sermaye grupları ve üreticilerin bu anlayışlarına siyaseten bize destek versin diye destek mi olacağız, yoksa haftada 4 veya maksimum 5 gün çalışma ve gün içerisinde 30-45 dakikalık kısa uyku molaları ve uygun sektörlerde evden çalışma, “Görev ve üretim standartı” belirlendikten sonra mesaisiz çalışma yöntemlerinin verimliliği arttırırken işverenin karlılığını yükselttiği, çalışanların ise kendilerini geliştirmeye, ailelerine zaman ayırabildiği, zihnen ve bedenen çok daha verimli olarak işgücüne katkı sunduğu insani şartlarda çalışmalarının önünü açan yeni bir çalışma hayatı mı dizayn edeceğiz?
Hala Türkiye’nin 2 temel beka sorunundan ilki olan sığınmacılar için “Ensar/Muhacir” deyip “Entegrasyon” raporları hazırlatıp,bol sıfırlı AB projeleri ile, yabancı fonlardan alınan Eurolar ile sığınmacılara verilen “Girişimcilik kursları” ile bu sığınmacıları kendimize “Gelir kapısı” edinmenin konforunu yaşarken,sermaye sınıfına da “Ucuz işgücü” olarak bu beka sorununu “Ambalajlamaya” devam mı edeceğiz, yoksa çok net ve kararlı bir şekilde tavır alarak Cenevre Anlaşması’ndan doğan haklarımız gereği hukuki çerçeve ve usullere uygun olarak tüm bu “Geçici Koruma Kapsamındaki Yabancı Uyruklu Sığınmacıları” ülkelerine geri gönderip, TC vatandaşlığı verilenlerden de gerekli görülenlerin vatandaşlığını iptal mi edeceğiz?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 2. beka sorunu olan “Tarikatlar ve Cemaatler” konusunda sırf bu tarikatların oy potansiyeli ve sağlayabilecekleri kimi ticari imkanlardan faydalanmak için “Ama onlar da sosyolojik bir gerçekliktir” “Ama milli tarikatlar da var” “Çok köklü tarikatlar da var biz de zaman zaman kendileri ile görüşüyoruz” diyenler gibi mi yola devam edeceğiz, yoksa “Türkiye’nin beka sorunu olan hiç bir sosyolojik gerçekliği kabul etmiyoruz. Devrim yasalarını fiilen uygulayacağız ve bu yapılanmaların hepsi kapatılacak” diyerek Atatürk’ün “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur” sözünün gereğini mi yerine getireceğiz?
Hala “Atatürk milliyetçiliği”, “Atatürk çizgisinde milliyetçilik” gibi “Ürkek ve kendisine göre milliyetçilik” tanımlaması yapanlara bakarak mı milliyetçiliği tanımlayacağız, yoksa milliyetçiliğimizi ulus bilinci temelinde, ırksal bir bağlama oturtmadan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çıkarlarını siyasetten spora,ekonomiden sanata,dış politikadan edebiyat ve kültüre kadar ay yıldızlı bayrağın olduğu yahut olmadığı Dünya’nın her neresinde olursa olsun savunan, gerektiğinde de hayatının baharında bu vatan için toprağa düşüp, bu devlet için milliyetçiliği Kıbrıs’ın 12 Parmak Dağları’na yazma cesaret ve ferasetine sahip, bu bilince sahip bireyler olarak hiç gocunmadan, ürkek değil gayet yüksek sesle dile getirecek miyiz?
Hala “Demokratik Cumhuriyet” adı altında, AB Özerklik Yasa Tasarısı’nın “Şerh düşülen” maddelerinin de kaldırılması ile önce federatif bir Türkiye sonrasında bağımsız bir devlet hayali kuran ve bunu hiç de gizlemeyen, bunu yaparken %8 oyu ile %25’lik bir kitleyi de “Siyasal şantajı” ile esir eden etnisite siyasetinin şovenist ayrılıkçı bir yapının sözcülerini alkışlamaya ve “1 aşiret ağası ile anlaşıp 10 bin oyu garanti ederim” “Konforunu” yaşamaya mı devam edeceğiz, yoksa bizzat o bölgeye gidip, o bölge insanına dokunup, o bölge için yapacaklarımızı anlatıp, gerekirse aylarca o bölgede kalıp yaşayarak “Aşiret ağalarından” icazet almadan, halkın “İcazeti” ile siyaset yapmanın zorlu yolunu mu tercih edeceğiz?
Hala siyaseti bir “Meslek ve zenginleşme” aracı olarak mı göreceğiz, yoksa son derece sert etik ve ahlaki cezalar ve düzenlemeler ile siyasetin hem meslek,hem zenginleşme aracı olması düzenini tarihe mi gömeceğiz?
Hala “Kavga dilinden” beslenen eski tip siyasetin peşinden mi gideceğiz, yoksa birleştirici,bütünleştirici,yapıcı ve rakipleri ile uğraşmaktan ziyade halkın dertleri ile uğraşan ve yeni projeler ve yeni bir siyasal vizyonu mu tercih edeceğiz?
Hala “Çalıyor ama çalışıyor” felsefesini desteklemeye devam mı edeceğiz, yoksa “Hem çalmayacak,hem çalışacak işi bu zaten” mi diyeceğiz?
Hala “Sadakati” mi savunacağız, yoksa “Önce Liyakati” koyup, “Liyakat olmadan verilen sadakat, sadakat sunulana yapılan kayıtsız şartsız refakatten öte bir anlam ifade etmez” mi diyeceğiz?
Hala pek çok yetersizliğinin üzerini örttüğümüz siyasetçiler için bunun “Kılıfını” da “Ama çok dürüst adam” diyerek bulmaya devam mı edeceğiz, yoksa “Dürüst olmak bir özel erdem değil zaten olması gereken bir özellik” deme iradesini gösterebilecek miyiz?
Hala “Anket”,”Temayül yoklaması” hatta çoğu kez doğrudan kendileri “Atadıkları” listeleri önümüze dayatan siyasetçiler en ufacık ve yarım ağızla bile “Ön seçim” dediğinde sevinmeye devam mı edeceğiz, yoksa “Ön seçim demokratik olarak zaten olması gerekendir siz bize lütufta bulunmuyorsunuz,keza bu zamana kadar yaptıklarınız zaten diktatörlüktü” diyecek hatta kamuoyu olarak “Şu siyasi partiler kanununu değiştirin ve ilçe başkanından genel başkana kadar tüm üyeler ile seçimin yolunu açın, delege ağalığı bitsin” mi diyeceğiz?
Hala bugün iktidarı ile muhalefeti ile hepsi birbirinin aynısı olan ve ellerine verilen “Görevlerden” gayet memnun biçimde bir “Demokrasi Sirkinde” 80 milyon vatandaşa aralıksız olarak “Cambaza bak” oyunu seyrettiren bu eski siyasal sistem,eski siyasal yapılar ve eski siyasi aktörler ile Türkiye’de “Yeni bir kurtuluş” olacağına mı inanacağız,yoksa bu ülkenin nitelikli,donanımlı,genç,liyakat sahibi,yıpranmmaış insanlarının “Ne ölüme,ne sıtmaya razı olmayarak” “YENİ BİR YOL” inşa edebileceğine mi güveneceğiz…
Hala bir “Kurtarıcı” bekleyerek 19 Mayıslar’da,10 Kasım’larda,29 Ekim’lerde “Sarı saçlım mavi gözlüm,bir daha çık gel Samsun’dan” diye şarkılar söyleyip kendimizi mi avutacağız, yoksa Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku’nun gereklerini mi yerine getireceğiz…
Sonrası mı?
Sonrası tam olarak şu; bugünkü sistemden, düzenden, siyasi partilerden, siyasetçilerden ve onların birbiri ile “Rant kardeşliği” içerisinde, zaman zaman “Kayıkçı kavgası” yaparak ama hiç bir zaman “aslen milleti düşünmeden” ülkeyi getirdikleri noktadan memnunsanız aynı sistemi savunup, aynı partilere ve aynı siyasetçilere oy vermeye devam edeceksiniz.
Ha yok “Yeter artık bu düzen değişmeli” diyorsanız ve isyanınız varsa sıfırdan “YENİ BİR YOL” kurmayı ve bu “YOLU KURARKEN” karşılaşılacak zorlukları göze alacaksınız…
Herkes kararını kendisi verecek ama ben Mustafa Kemal’in “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır” sözlerinin tarafında, uzun ve zorlu bir yolda tek başıma da olsa yürüyor olacağım…