CİHAN ÇİFTÇİ
İstihbarat yöntemlerinin en yoğun kullanıldığı dönemlerden birisi ikinci dünya savaşından sonra oluşan Sovyetler Birliği ABD bloklaşması dönemi oldu. Bu dönemde Sovyetler Birliği kendi etki sahasını ABD aleyhine genişleterek mevcut rejimini dünyaya ihraç etmek istedi. Ancak Sovyet etki sahasını yalnızca rejimin ihraç edildiği ülkelerle sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği’nin İran, Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelere de yayma eğilimi ABD’nin geleneksel olarak barış zamanında diğer devletlerin iç meselelerine müdahale etmeme stratejisinden vazgeçmesine neden oldu.
ABD Başkanı Truman’ın 1947’de ilan ettiği ve kendi adıyla anılan doktrin ile ABD tarihinde ilk kez barış zamanında yabancı ülkelere askeri ve ekonomik yardım göndermeye ve ilgili ülkelere borç vermeye başladı. Ardından siyasi, ekonomik, sosyal meselelerde problemli olan Batı Avrupa’yı yeniden yapılandırma programı olan Marshall Planı’yla Avrupa’yı kendi yanına çekme sürecini başlattı.
Sovyetler Birliği ABD’nin bu politikalarına cevap olarak (Marshall Planı’na karşı) Molotov Planını hayata geçirerek Orta ve Doğu Avrupa’nın kalkınmasına destek oldu (1947). 1949’da Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi COMECON kuruldu. ABD’nin askeri tehdidine karşı ise NATO benzeri bir uluslararası askeri ittifak olan Varşova Paktı 1955’te kuruldu.
Literatüre “Soğuk Savaş” olarak giren bu dönemde taraflar silah kullanmadan, sıcak çatışmaya girmeden daha çok bir istihbarat yöntemi olan psikolojik savaş tekniklerini kullanarak üstünlük kurmaya çalışmışlardır. Bu süreç içerisinde 1960’lı yıllarda ortaya atılan bir kavram etkili oldı.
Public Diplomacy. Türkçeye Kamu Diplomasisi olarak çevrilen bu kavram kısaca; devletlerin, diğer ülkelerin halklarını, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmesi ve ilgili halkların, kendi politikalarına bilerek ya da bilmeyerek destek vermelerinin sağlanması olarak tanımlanabilir.
Soğuk Savaş dönemi boyunca etkin şekilde kullanılan bu ve benzeri yöntemler sayesinde taraflar birbirlerine politik alanda üstünlük sağlamaya çalışmışlardı. Soğuk Savaş dönemi bittikten sonra ideolojik kutuplaşmaların yok olacağı düşünülmeye başlandı.
Soğuk Savaş sonrası dönemde, tüm dünyadaki iyimser hava, artık kamu diplomasisine ya da diğer istihbari faaliyetlere ihtiyaç duyulacak bir durumun olmadığı ve ülkelerin belli bir dünya görüşünde buluştuğu şeklindeydi. Öyle ki bazı çevrelere göre artık ülkelerin imaj çalışmaları yapmalarına ya da kamuoyu oluşturma faaliyetlerine girişmelerine gerek yoktu.
Bu çevreler “Tarihin Sonu”nun[1] geldiğini iddia edilmekte, küreselleşmenin yarattığı yeni dünyanın giderek “düzleştiği”[2] ve dünya nüfusunun küresel düzeyde işbirliklerine gittiği öne sürülmekteydi. Ancak sanıldığı gibi olmadı.
Soğuk Savaş sonrasında oluşan iyimser hava, tarihin kırılma noktalarından biri olan 9/11 olayı neticesinde yerini yeniden korku iklimine bıraktı. Esasen, uyuşturucu trafiği, terörizm, insan kaçakçılığı gibi faaliyetler Soğuk Savaş sonrasında çözülemeyen problemler olarak duruyordu. 9/11 olayı ise bu tip sorunlu alanların gün yüzüne çıkmasını sağladı.
ABD’ye yönelik bu saldırıyı uluslararası ilişkiler açısında önemli kılan bir diğer neden ise tehdidin, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi düzenli birliklerden değil, düzensiz ve teşkilatsız, büyük oranda dağınık gruplardan gelmesiydi. Böyle bir tehdidi askeri güç kullanarak bertaraf etmek caydırıcı görülmemekteydi. Çünkü tehdidin bulanıklığı ve belirsizliği yeni savaş düzenini asimetrik bir hale getirmişti. Bu sebeplerden dolayı devletler kendi kamuoylarını bu asimetrik savaşa güdülerken, uluslararası bir hüviyeti olan bu tehdit karşısında yabancı devletlerin kamuoylarını da ikna etmenin önemini yeniden fark etmişlerdi.
Halkların zihinlerini (yada algılarını) “demokratik yollarla” etkileyebilmeye yönelik bu faaliyetler, bir istihbarat yöntemi olan kamu diplomasisinin devletler içerisindeki kurumlara entegre birer organizasyona dönüştürülmesini ve buraya kadar birikerek gelen istihbarat anlayışının revize edilmesi gündeme getirmişti.
İstihbarat alanının gelişimi ve dönüşümü açısından yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte artık klasik devlet bürokrasisinin kamu diplomasisi için yetersiz kaldığı görülmeye başlandı. Bu nedenle Non Governmental Organization (NGO) yani devlet dışı organizasyonların oluşturulması ve istihbarat çalışmalarının yükünün devlet ile bu türden organizasyonlar arasında paylaştırılması düşünüldü.
Sivil toplum örgütleri, çok uluslu şirketler vb. şekillerde organize olan bu yapılanmalar, politikacıların tekelinde olan diplomasiyi geniş halk kitlelerinin de dahil olabileceği bir uygulama alanına dönüştürdü. Ayrıca artık alınan kararların etkisi, yalnızca kararın alındığı bölge ile sınırlı kalmayıp -dünya da artan karşılıklı bağımlılığın da etkisiyle- geniş coğrafyalara yayılmaya başladı. Yani “Meksika Körfezinde kanat çırpan kelebek Japon Denizinde fırtına koparmaya başlamıştı.”
Tüm bu birikime ve yeniliklere ilave olarak 21. Yüzyılın başlarından itibaren iyiden iyiye yaygınlaşmaya başlayan internet kullanımının istihbarat yöntemlerini dijitalleştirdi. Dijital diplomasi, sosyal medya istihbaratı, siber istihbarat, siber savaş gibi yeni kavramlar internet kullanımının yaygınlaşmasına bağlı olarak gelişme gösterdi.
Bu durum bilgiye erişimi kolaylaştırarak açık kaynak istihbaratının daha etkin kullanılması sonucunu doğurmuş olmakla beraber, yoğun bilgi akışının neticesi olarak dezenformasyona da sebebiyet verdi. Günümüz istihbarat anlayışının temeli algı yönetimi ve geleceği planlama üzerine kuruludur.
Bu yüzden, dünyanın gidiş yönünü doğru okuyan, kurumlarını ve toplumunu bu doğrultuda dönüştürmeyi başaran devletler “süper güç” olarak konumlanırken, Orta Çağ’dan kalma yöntemlerle 21. Yüzyılı yorumlama gayretinde olan devletler ise üçüncü dünya ülkesi olarak kalmaya mahkûm olmuştur.
[1]Francis Fukuyama’nın, Hegel’in felsefesine dayandırdığı düşüncelerini içeren ve Soğuk Savaş sonrası bir dünyada liberal kurumların ve düşünce yapısının, hâkim unsurlar olarak kalacağı, kapitalizmin alternatifsiz nihai bir sistem olduğu ve buna bağlı olarak ideolojik anlamda insanoğlunun varabileceği son noktaya vardığı tezleri etrafında yoğunlaşan teoridir.
[2]“Dünya Düzdür: Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa Tarihi”, Thomas L. Friedman’ın 21. yüzyıl’ın başlarını vurgulayarak küreselleşmedeki değişimi inceleyen kitabıdır.