Celal Eren ÇELİK
Kartalkaya’da yaşanan otel yangını faciası tüm ülkenin yüreğine bir ateş gibi düşerken,tartışmaları da beraberinde getirdi.
“Denetim sorumluluğunun kimde olduğu”, bakanlık ve Bolu Belediyesi arasındaki “Yetki tartışması” ve felaketin yaşandığı Grand Kartal Otel’deki ciddi eksikler tartışmaların merkezine oturdu.
Böylesi büyük bir felaket sonrasında bu tartışmaların yaşanması normal tabii ama biz konuya çok daha başka bir perspektiften bakarak bu bakış açısının tarihsel ve derinlemesine olarak ele alacağımız arka planını bu yazımızda sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Kartalkaya’da yaşadığımız otel yangını faciası tabii ki çok önemli bir facia ancak aslında bunu sadece bir otel, yahut turizm sektörü ötesinde “İktisadi gelişim zihniyeti” üzerinden tüm sektörleri de kapsayacak şekilde geniş bir değerlendirmeye tabi tutmamız gerektiğine inanıyoruz…
Peşrevi daha fazla uzatmadan yazımıza geçelim o halde… İşte başlıyoruz,sizler hazırsanız biz de hazırız…
Yazımızın daha sonraki bölümünün daha sağlıklı şekilde anlaşılması ve bütünlüklü şekilde bir anlam ifade etmesi için yazımızın ilk bölümünde yapacağımız “Temel tespit” bölümünü biraz sıkılsanız da mutlaka okumanızı önemle ve şiddetle rica ediyoruz…
***
Ülkeler eğer kendi “Milli burjuvazisini” oluşturamamış, ülke burjuvazisi küresel sermaye gruplarının “Acenteliği” ile palazlanıp “Uluslararası” kimlik edinmişse orada “İktisadi gelişim zihniyeti” adına sıkıntı yaşanması kaçınılmaz olmakta.
“Milli Burjuvazi” ile “Komprador Küresel Sermaye Bağlantılı Burjuvazi” arasında temel bir “Çatışma” noktası oluyor.
Bu durumun ortaya çıkmasının nedeni ise “Milli Burjuvanın” sermaye birikiminde kapitalist sistemin üretim ilişkilerinin gereklerini yerine getirse de yine de öncelikle kendi var olduğu toprakları ve o toprakların çıkarlarını öncelemesi ve asli sermaye kazanımını gerçekleştirir ve sürdürüp büyütürken büyük oranda “Milli” olarak yoluna devam etmesi, uluslararası ortaklıkları “Azınlık” değil, “Çoğunluk” hissesine sahip olarak gerçekleştirmesi ve özellikle de teknoloji ile üretim safhasında milli üretim/teknolojiye yatırım yapmasıdır.
Zira “Komprador küresel sermaye temsilcisi” burjuva ise önceliğini “Acenteliğini” yaptığı yabancı küresel sermaye gruplarının ve bu küresel sermaye gruplarının ait olduğu ülkelerin siyasal-ekonomik çıkarlarını öncelemek zorundadır.
Bu zorunluluk “Eklemlenmiş oldukları” küresel sermaye gruplarının Dünya üzerindeki siyasi ve ekonomik dengelerinin kendilerini doğrudan etkilemesi nedeni ile mecburi bir “Sonuçtur”
Bu bağlamda bir değerlendirme yapıldığında kendi “Milli Burjuvasını” oluşturamamış ülkelerde “Komprador, küresel sermaye temsilcisi” burjuvanın “İktisadi felsefe” olarak da, o ülkede Dünya standartlarının üretim, hizmet fark etmeksizin eksiksiz ve en katı hali ile uygulanmasını istemeyeceği, bu şekilde üretim/hizmet sunan şirketleri tasfiye edeceği ve “Milli Burjuva” kültürünün yerleşmesine izin vermeyeceği ortadır.
Zira “Milli Burjuvasını oluşturamamış” ülkelerde Dünya standartlarını, üretim şartlarını, güvenlik koşullarını, hizmet kalitesini küresel sermayenin şirketleri ile rekabet edecek düzeyde sağlayan şirketler, dolayısı ile ülkede hakim olan “Komprador,küresel sermaye temsilcisi” sermaye için en büyük rakip ve “Tehlike” olacaktır.
Yani şöyle örnekleyecek olursak:
Ülkede çok uluslu ve büyük küresel bir otelcilik zinciri ile ortaklık kurarak o ünlü uluslararası otelcilik zincirinin Türkiye’deki “Temsilcisi” olarak 5 yıldızlı lüks bir otel açan bir “Küresel sermaye bağlantılı” bir büyük sermaye grubu olsun…
Bir de tamamen öz kaynaklar ile Dünya’daki 5 yıldızlı otellerin hizmet,lüks,modern mimari ama en önemlisi de Dünya standartlarında “Güvenlik önlemlerini” esas alarak teknik uygulamasını gerçekleştirerek bir otel inşa eden “Milli sermayeli” diğer bir sermaye grubu olsun.
Şimdi böyle bir durum ortaya çıktığı zaman küresel sermayeye ait olup Türkiye’deki “Temsilcisi” vasıtası ile hizmet veren 5 yıldızlı otel kısa vadede Dünya çapındaki marka bilinirliği nedeni ile tercih edilse de, çok uzun olmayan bir süre içerisinde “Milli sermayeli” şirketin aynı kalite ve hizmet-lüks-konfor-mimari ve güvenlik özelliklerini sunan oteli ile rekabet edemeyecek yahut pazar payının önemli bölümünü bu “Milli sermaye grubuna ait” otele kaptıracaktır.
Bu örnek hemen hemen tüm sektörlere uygulanabilir bir örnektir.
Dolayısı ile “Komprador, küresel bağlantılı” sermaye grupları, o ülkede “Dünya standartlarında şartlara sahip” ve “Milli sermayeye” ait şirketler, kuruluşlar istemedikleri için üzerinde büyük etkileri olduğu kendi ülkelerinde yine kendilerinden başka “Dünya standartlarının uygulanmasını” sağlayan bir “İktisadi zihniyetin” yerleşmemesi için de ellerindeki tüm imkanları kullanırlar.
Bunun için kimi zaman medya devreye girer, kimi zaman toplumu yönlendiren çeşitli gazeteci, akademisyen ve siyasetçileri “Devşirilir”
“Bunu biz yapamayız, bu standartları sağlamak son derece maliyetli bu maliyetler bizi aşar. Yabancı sermayeli şirketler zaten yıllardır bu kalite standartlarını sağlıyor, kendimiz milli yatırım yapacağımıza o yabancı şirketlerin “Acenteliği” ile ithal edilecek ürün, yahut tesislerin kurulması daha ucuza mal olur” gibi söylemler ile yürütülen “Psikolojik algı” çalışmaları medya-akademi ve siyaset dünyasında hakim kılınarak, kamuoyu da bu yönde etki altına alınır.
Öte yandan “Küresel sermaye bağlantılı” büyük sermaye grupları bağlı oldukları asıl küresel şirketlerin merkezi olan ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarlarını da düşünmek zorundadır.
Bu nedenle siyaset dünyasının sadece kamuoyunu etkileyen isimlerine değil, bizzat “Karar alıcı mercilerin” başında bulunan isimlerine, üst düzey bürokrasi ve yargıya da etki edilerek “Acentesi” olunan küresel sermaye şirketleri adına/yararına düzenleme ve kanunlar çıkartılır ve çeşitli imtiyaz anlaşmaları gerçekleştirilir.
Dolayısı ile “Küresel sermaye bağlantılı” “Milli Burjuva” olmayan büyük sermaye grupları her zaman önceliklerini bağlı oldukları “Küresel sermaye” gruplarının ekonomik ve siyasal denge ve tercihlerine göre belirlemek durumundadır.
Türkiye işte bu bağlamda çok çarpıcı ve son derece acı verici bir “Tarihsel kırılma” dönemine sahne olmuş ve halen bunun acısını çekmekte olan bir ülkedir.
Bu geniş “Temel tespit” bölümünü bitirdikten sonra, yazımızın can alıcı bölümüne geçebiliriz…
Şimdi sizleri 1071 tarihine, Malazgirt Savaşı’na götürmek istiyoruz…
***
Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’nun kapıları Türklere sonuna kadar açılırken Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın en önemli ve ünlü komutanlarından Mengücek Gazi de Anadolu içlerine girerek Erzincan merkezli olmak üzere,Kemah,Sivas Divriği,Elazığ,Tunceli ve Şebinkarahisar bölgesini kapsayacak Mengücekler Beyliği’ni kuracaktır.
1142 yılında Mengücek Bey’in oğlu İshak’ın iktidara gelmesi ile birlikte beylik Erzincan ve Divriği kolu olarak 2’ye ayrılacaktır.
Mengücek Gazi’nin Sivas Divriği’ne gelirken yanında getirdiği 4 önemli Türk ailesi vardır. Bu ailelerden birisi ise ön plana çıkmaktadır.
Bu aile ise Divriği’de bulunan Ulu Camii’nin muhafızlığı görevine getirilen “Mühürdarlar” yahut “Mühürdarzadeler” olarak anılacak ailedir. Yüz yıllar boyu Sivas’ın en okumuş ve ileri gelmiş isimleri bu aile içerisinden yetişmiştir. Mühürzadeler Ailesi belki mali açıdan çok güçlü değildir ancak tarihsel kökeni,etki alanı ve devlet kadrolarına bu aileden yetişen isimler ile yüzyıllardır en köklü ve “Soylu” Türk ailelerinin en önemlilerinden birisi olacaktır.
Şimdi siz bize “Arkadaş sen bize çok başka birşey anlatacaktın,ne alaka Mengücekler yok efendim Mühürzadeler?” diyeceksiniz. Ama demeyin efendim zira çok alaka… İyisi mi biz yazmaya siz okumaya devam edin…
Şimdi ise sizler ile Cumhuriyet’in ilanından hemen sonrasına gidiyoruz… Tarih yaprakları 1923’ü göstermektedir.
Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün “Sofrasında” özel ve yakın misafirleri ile konuştuğu ve çare aradığı en önemli konulardan birisi de “Milli Burjuvazinin yaratılması” gerekliliğidir. Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır lakin ülke ekonomik olarak perişan haldedir. İğneden ipliğe her şey ithal edilmekte,ülke tamamen dışa bağımlı bir halde ekonomik olarak büyük sıkıntı çekmektedir.
Bu tablo içerisinde Atatürk mutlak surette ekonomik bağımsızlığın da kazanılması gerektiğinin üzerinde durmakta ve bunun için mutlaka bir “Milli Burjuvazi” yaratılmasını olmazsa olmaz şart olarak görmekteydi.
Osmanlı döneminde ticaret tamamen gayrimüslim azınlıkların ve levantenlerin tekelinde olduğu için sermaye birikimi de bu grupların elinde toplanmıştı. Dolayısı ile Türk büyük sermayesi yoktu. Bu nedenle devlet eli ile bir “Milli Burjuvazi” yaratılması kaçınılmazdı ve kısa süre içerisinde bu yöndeki çalışmalar da başlatıldı… Devlet kendi “Burjuvasını” yaratacaktı…
Ancak böylesine hayati bir “Milli proje” planlanırken devletin üzerine tabiri yerindeyse “Oynayacağı” ve ilk milli burjuva olarak zenginleştireceği isimlerin de sıradan isimler olmaması gerekiyordu.
Bu manada çeşitli isimler üzerinde fikri tartışmalar yaşansa da 2 isim ön plana çıktı:
Bunlardan birisi Ankara’nın en eski Türk ailelerinden birisisine mensup,genç,cevval ve son derece zeki bir girişimci olan Vehbi Bey’di…
Diğeri ise 2 kardeş olan ve ikisi de Kurtuluş Savaşı sırasında hizmetlerde bulunmuş,” Harp Madalyası” kazanmış olan Nuri ve Abdurrahman Naci Bey’dir…
Daha sonra Koç soyadını alacak ve Türk ekonomi ve sanayisine damga vuracak olan Vehbi Koç’u şimdilik bir kenara bırakalım ama tabii ki Vehbi Koç ve Koç Holding’e de döneceğiz…
Nuri ve Abdurrahman Bey kardeşlerin devlet tarafından “Tercih” edilme sebebi açıktır: Bu 2 kardeş bahsettiğimiz yüzlerce yıllık kökene sahip Türk ailesi MÜHÜRZADELER‘in 1920’lerdeki temsilcileridir.
Kısa süre içerisinde tamamen yabancıların elinde olan sigara kağıdı imalatı işine el atan Nuri Demirağ’ın buradan elde ettiği sermaye ile birlikte kardeşi Abdurrahman Naci Bey’i de yanına alarak giriştiği inşaat-altyapı ve özellikle de demiryolu döşenmesi konusunda devlet ihaleleri adeta bu 2 kardeşe “Akıtılır”
Samsun-Sivas,Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum ve Afyon-Dinar hattını, 1012 kilometrelik demiryolunu bir yıl gibi kısa bir sürede tamamladı.
Öyle ki ülkede döşenen tüm demiryollarının altında bu 2 kardeşin -Özellikle de Nuri Demirağ’ın- imzası vardır ve Atatürk bu kardeşlere “Demirağ” soyadını bizzat verecektir.
Nuri Demirağ sadece demiryolu hattı müteahhitliği ile kalmayacak ve Karabük Demir Çelik, İzmit Selüloz, Sivas Çimento ve Bursa Merinos tesislerini, Eceabat Havalimanı’nı, Haliç kenarında İstanbul Hal Binası’nı inşa ederek ülkenin en büyüğü olacaktır.
1923-1938 arası 15 yıllık dönemde Nuri Demirağ ve kardeşi Abdurrahman Naci Demirağ devletin yarattığı ilk “Milli Burjuva” örneği olarak Türkiye’nin en zengin 2 iş adamı haline gelmiştir.
Tarih yaprakları 1936’yın gösterdiğinde ise Nuri Demirağ yabancı ülkelerden uçak alımı için başlatılan kampanyaya mali yardım yapmak yerine “Yabancılar eski uçaklar için lisans verir, teknolojisini tam olarak vermezler. Biz kendi uçağımızı üretelim ben de bu uçak fabrikasını yapayım” diyerek tamamen yerli üretim olarak üretimi gerçekleştirilecek olan uçakların yapımı için fabrikayı kuracaktır.
Ancak Nuri Demirağ bununla sınırlı kalmaz. Bugünkü Yeşilköy Havalimanı’nın olduğu bölgeyi komple satın alarak buraya “Gök Okulu” adı ile pilot yetiştiren bir okul inşa eder aynı zamanda tamamen milli olarak paraşüt üretmeye başlar.
Tüm bu çalışmalar sonrasında 1941 yılına gelindiğinde Nuri Demirağ’ın ilk uçakları olan NuD-36 ve NuD-38 üretilir ve tüm testlerden geçer. Bu 2 uçak da o dönem diğer uçak üretme teknolojisine sahip ülkelerde bulunan benzerleri ile aynı kalitededir. Hatta bu 2 uçak sivil uçaktan aynı anda savaş uçağına da dönüştürülebilme özelliği ile rakiplerinden bir adım da ötededir.
Kısa süre içerisinde hem THK’ya hem de yurtdışına uçak satışı yapmaya başlayan Nuri Demirağ uçak fabrikasına yeni yatırımlar yaparken “Bazıları” ise durumdan oldukça rahatsız olmaktadır.
1938’de Atatürk’ün ölümünün hemen ardından “Enteresan” şekilde o dönemde Türk basınında son derece etkin olan Ahmet Emin Yalman’ın Tan Gazetesi’nde uçakların eksikleri olduğu, dışarıdan bu uçakların alınmasının çok daha ucuza geleceği şeklinde yazılar çıkmaya başlar.
İlk etapta milli bir üretim olan Nuri Demirağ’ın uçaklarına karşı getirilen bu “Sistematik” eleştiriye anlam verilemedi. Lakin işin perde arkasını bilenler bunu gayet iyi anlamışlardı.
Yüksek öğrenimini ABD’de tamamlamış olan Ahmet Emin Yalman bu öğrencilik yıllarında ABD’deki bazı etkin çevreler ile yakın bir ilişki tesis etmişti.
Hatta 1.Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi’ni imzalayan İzzet Paşa kabinesine övgüler dizmiş ve daha da ileri giderek ABD mandasını savunmuştu.
Ancak Ahmet Emin Yalman’ın ABD ile olan ilişkisi sadece bu bağlamda kalmamış “Akçeli” işlere de evrilmişti.
O dönemde ve 2. Dünya Savaşı sonuna kadar da ABD’nin en büyük uçak üreticisi firma Curtis-Wright Corporation’du. Ve Curtiss-Wright Corporation’un Türkiye temsilcisi kimdi dersiniz? Bingo!Ahmet Emin Yalman Curtiss-Wright Corporation’un Türkiye temsilciliğini almış ve Türk Hava Kuvvetleri’ne uçak satışını gerçekleştirmiştir.
Tabii bu ABD uçaklarının satışı için Nuri Demirağ’ın uçaklarının kötülenmesi ve devlet kademesine de etki edilerek yerli uçaklar yerine ABD’li bu firmanın uçaklarının alınması gerekmekteydi.
Ayrıca Ahmet Emin Yalman 1950 yılında iktidara gelecek olan Demokrat Parti’nin programını yazan isimlerden birisi ve parti üzerinde son derece etkili bir isimdi.
Ve yine “Enteresan” şekilde Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılında tek başına iktidara gelmesinin ardından Nuri Demirağ’a THK tarafından verilen yüklü uçak siparişi iptal edildi, bununla da kalınmayarak daha önce satışını yaptığı uçakların kalan ödemeleri de gerçekleştirilmedi.
Üzerine Yeşilköy Havalimanı bölgesine kurduğu “Gök Okulu” da devlet tarafından istimlak edildi.
Türkiye o dönemde siyasal olarak Batı dünyasına daha da özel biçimde ABD’ye yakınlaşmak için her türlü tavizi vermekteydi. SSCB tehlikesi karşısında kendisini güvende hissetmek için ABD desteğine ihtiyaç duyan Türkiye’nin iktisadi hamleleri de buna göre şekilleniyor ve pek tabii ki Atatürk döneminde başlatılıp yürütülen “Tam bağımsız milli ekonomi” politikası terk edilerek ABD çıkarlarına ve şirketlerine uygun bir ekonomi politikası belirleniyordu…
Nuri Demirağ Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olan Milli Kalkınma Partisi’ni kurarak siyasi mücadeleye başlasa da başarısız oldu. Kendisi ölümünden kısa süre önce 1954 seçimlerinde DP Sivas milletvekili olarak Meclis’e girdi ve 1957’de hayatını kaybetti.
Böylece “Cumhuriyetin ilk milli burjuva projesi” olan “DEMİRAĞ KARDEŞLER” de dönemin siyasi şartları ve küresel sermayenin Türkiye “Mümessilleri” işbirliği ile tasfiye edilmiş oluyordu…
Şimdi sizlerle tarih yapraklarını 1933 yılına doğru çeviriyoruz…
Türkiye Cumhuriyeti henüz 10 yaşındadır ve devleti kuran kadrolar başta Atatürk olmak üzere 2.Dünya Savaşı’nın yaklaştığını görmektedirler.
Bu durum tamamen dışa bağımlı haldeki Türk ordusunun silah ve mühimmat tedariki konusunda sıkıntılı bir dönemden geçmesine neden olmaktadır.
İşte böylesi şartlar altında 1933’e gelindiğinde Enver Paşa’nın kardeşi,Kut-Ül Amare kahramanı Halil Paşa’nın yeğeni olan,1.Dünya Savaşı’nın “Bakü Fatihi” Nuri Killigil İstanbul Zeytinburnu’nda bir fabrika satın alarak burayı silah fabrikasına dönüştürür…
Kısa süre içerisinde üretim çeşitliliği ve kapasitesini artıracak olan Nuri Killigil fabrikanın yetersiz kalması nedeni ile Sütlüce’de yeni ve çok daha geniş bir fabrika kuracaktır.
Bu yeni fabrikada tabanca, tüfek, el bombası, uçak bombası, mermi, top mühimmatı, havan topu ve 81 mm havan mermisi gibi askeri ekipmanlar üreten Killigil’in ürettiği kendi adını taşıyan “Nuri Killigil Tabancası” dünyanın en iyi silahları arasında gösterilmiştir ve ünlü İtalyan silah üreticisi Bernardelli tarafından kopyalanmıştır.
Killigil kısa süre içerisinde TSK’nın en önemli silah tedarikçilerinden birisi haline gelirken çok geçmeden ürettiği silahları Mısır, Filistin, Pakistan ve Suriye’ye de ihraç etmeye başladı.
Ancak ne olursa 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile olacaktır…
Türkiye SSCB tehlikesi ve SSCB’nin Boğazlar üzerinde bulunduğu talepler sonrasında hızla ABD’ye yanaşacak, ABD de çıkarları gereği Türkiye’ye 1947 itibariyle askeri yardımda bulunmaya başlayacaktır.
ABD’nin genelde eskimiş,2.Dünya Savaşı’nda ıskartaya çıkmış,yedek parçalarını “Satın alma” şartı koştuğu bu askeri yardımlar ile birlikte Nuri Killigil ABD’deki silah üreticileri açısından “Rahatsız edici” bir figür haline dönüşmüştür.
Öte yandan 1948’de İsrail’in kurulması sonrasında Nuri Killigil’in buna tepki gösteren başta Filistin olmak üzere Arap dünyasına gerçekleştirdiği silah satışları adeta “Kırmızı çizgiyi” geçmesi olarak değerlendirilecektir.
Ve en nihayetinde yine “Enteresan” şekilde Nuri Demirağ’ın yerli uçak üretimini durdurmasına neden olan gelişmelerle paralel şekilde hemen hemen aynı tarihlerde Nuri Killigil 2 Mart 1949’da silah fabrikasında meydana gelen 3 büyük patlama sonucunda hayatını kaybedecek, cesedine dahi ulaşılamayacaktır.
Bu patlamanın sabotaj olup olmadığı konusu bugün bile aydınlatılamamış olup daha ilginç olanı dönemin siyasi iktidarının da konunun üzerine gitmeyişi olmuştur.
Böylece Nuri Killigil’in ölümü, fabrikasının yok olması ile birlikte Türkiye’nin milli savunma sanayii alanında hızla büyüyen ilk özel şirketi yok edilmiş, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı esnasında uygulanan askeri ambargo sonrasında ASELSAN’ın kurulması ile başlatılan “Milli Savunma” hamlesine kadar MKE’nin sınırlı üretimi dışında Türkiye milli silah üretiminin yakınından bile geçememiş, NATO’ya katılması ile birlikte ise tamamen ABD silahlarına bağımlı hale getirilmiştir…
Ve bu acı hikaye ile aynı zamanda Cumhuriyet döneminin bir başka “Milli Burjuvazi” denemesi daha tasfiye edilmiştir.
***
ABD’den 1947 yılında alınan askeri yardımlar sadece askeri yardım boyutu ile değerlendirilemez. Zira ABD bu yardımları vermeden önce Türkiye’ye bir inceleme heyeti göndererek özel bir rapor hazırlatmıştır. Bu rapor doğrultusunda Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak tarafından hazırlanmış olan ve “Çakmak Hattı” olarak bilinen ana savunma plan ve stratejisi değiştirilmiş ve ABD çıkarlarına uygun olarak, olası bir SSCB saldırısı esnasında hiç bir savunma yapılmadan Kars’tan İskenderun’a kadar geri çekilme ön gören ve stratejik liman olarak İskenderun Limanı’nı savunmayı önceleyen yeni bir plan yürürlüğe konulmuştur.
Ancak bu yeni savunma stratejisi ABD’li heyet tarafından “Mutlak surette motorize birliklerin ikamesi” esasına dayandırılarak, Türkiye’nin stratejik olarak tercih ettiği demiryolu ile ulaşım yerine ordunun lojistiğinin kara yolundan motorlu taşıtlar ile sağlanması gerekliliğini öngörmüştür.
İşte tam da bu sebeple Türkiye karayoluna göre pek çok avantajı barındıran,limanlar ile üretim bölgelerini birbirine bağlayan ve 1923-1938 yılları arasında Dünya’da eşi görülmemiş bir hızla tüm ülkeyi baştan başa saran demiryolu ağı ve kullanımı tercihinden vazgeçerek, ABD çıkarları gereği karayolu yapımına girişmiştir.
Karayolu tercihi ise beraberinde yabancı petrol devleri ile otomobil üreticilerinin hızla Türkiye pazarına girmeleri anlamına gelmiştir…
Şimdi sizler ile yeniden 1923’e gidelim…
Cumhuriyet’in “Devlet eli ile milli burjuva yaratma” projesinde daha sonra tasfiye edilecek Nuri ve Naci Demirağ kardeşler ile birlikte 2. isim Ankara’nın köklü ailelerinden birisine mensup olan Vehbi Bey’di…
Daha sonra Vehbi Koç olarak Türk sanayisi ve ekonomisine damga vuracak Vehbi Koç da 1923 yılından itibaren devlet işleri verilerek güçlendirilmeye başlanır.
Ancak Vehbi Koç ilk büyük sermaye birikimini Nuri ve Naci Demirağ’ın başta Ankara’nın baştan sona imarı olmak üzere devletten aldıkları büyük inşaat ve altyapı işlerine en büyük malzeme tedarikçisi olması ile sağladı. Bunun yanında doğrudan aldığı devlet ihaleleri ile daha da güçlendi.
Yani Vehbi Koç aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında Nuri ve Naci Demirağ kardeşlerin devlet ihalelerindeki “Taşeronu” konumundadır.
Lakin Vehbi Koç’u gerek Nuri ve Naci Demirağ’dan gerekse Nuri Killigil’den ayıran bir temel özellik bulunmaktadır: Demirağ Kardeşler ve Nuri Killigil asla yabancı bir ortaklığa yahut yabancı büyük şirketlerden birinin mümessilliğine/acentelerine sıcak bakmaz ve yüzde yüz milli üretim yapmayı savunurlarken, Vehbi Koç yabancı ortaklıklar ve yabancı şirketlerin temsilciliğini yapma konusunda hiç de katı değildir.
Zaten bu konuya bakışı nedeni ile 1928 yılında Demirağ Kardeşler’in devlet ihalelerindeki taşeronluğundan elde ettiği sermaye birikimi ile o dönem Ford Motor Company’nin Türkiye temsilcisi olan Yahudi sermayedarlar Burla Biraderler ile bir anlaşma yaparak Ford’un Ankara bayiliğini alacaktır. Yıllar içerisinde özellikle Burla Biraderler’in “Beyni” konumundaki genel müdürü Bernar Nahum’u 1 Ocak 1944’te transfer etmesi ile ABD ile olan ilişkilerini çok daha sıkılaştırdı.
Kısa süre sonra ise Burla Biraderler yerine Ford’un Türkiye temsilcisi artık Vehbi Koç olacaktı.
Vehbi Koç ve Bernar Nahum ikilisi Türkiye tamamen ABD etkisi altına girerken, Nahum’un ABD’deki Yahudi sermaye çevreleri ile ilişkilerini de kullanarak Ford temsilciliğinin yanı sıra 1948 yılında General Electrics ile ortaklık anlaşması imzalayarak bu ABD’li elektrik devi ile birlikte Türkiye’de elektrikli ev aletleri üretimine başladı.
Öte yandan Türkiye ABD’nin “Karayolları” dayatması ile yabancı araç istilasına uğrarken yabancı araçlar için ABD Sefareti Ticaret Ataşesi Julien E. Guillespie vasıtasıyla Goodyear lastikleri, Dodge otomobilleri, Caterpillar traktörlerinin Türkiye mümessiliğini yapan kimdi dersiniz?
Daha önce ABD’li uçak üreticisi Curtiss-Wright Corporation’un Türkiye temsilciliğini yapan,Hawk uçaklarını TSK’ya satan bununla da kalmadan TATKO HOLDİNG ile Sperry Equipment ve Irving uçaklarının temsilciliğini de üstlenen, Nuri Demirağ’ın milli uçağı yerine ABD uçaklarını TSK’ya satan ve bunun için de Demirağ ve milli uçakları aleyhinde sistematik olarak aleyhte yazılar ile “Psikolojik Algı Operasyonu” yapan Ahmet Emin Yalman!
Dunlop,Pirelli, Michelin lastikleri, ABD’li yedek parça üretim devi BrogWarner ,Honda,Dodge…
Bu küresel şirketlerin hepsi 1927 yılında kurularak faaliyete Goodyear lastiklerinin Türkiye distribütörlüğü ile adım atan TATKO HOLDİNG’in temsilciliğini yaptığı şirketlerdir.
TATKO HOLDİNG’in 2 kurucusu ise Ahmet Emin Yalman ve kardeşi Mustafa Vacit Bey (Yalman) dır. TATKO HOLDİNG’in bugünkü Yönetim Kurulu Başkanı ise Galatasaray Kulübü’nün eski başkanlarından ve Ahmet Emin Yalman’ın yeğeni Alp Yalman’dır…
Koç Grubuna geri dönecek olursak…
Koç Holding bankacılık sektörüne ABD’li finans devi American Bank Express’in hisselerini alarak girdi, sonrasında bunu KOÇ BANK’a çevirdi. Küresel finans devi İtalyan UniCredit ile stratejik ortaklık yaptı ve halen Yapı ve Kredi Bankasının da sahibi.
Otomotiv sektöründe ise yabancı küresel devler ile ortaklık Ford ile sınırlı kalmadı ve İtalyan otomotiv devi FIAT ile 1968 yılında anlaşma imzaladı.
Yola “Milli Burjuva Projesi” olması için “Çıkartılan” Koç Grubu zaman içerisinde “Küresel sermayeye eklemlenme” tercihini yapmış, ABD’nin Türkiye’yi adeta yarı sömürge haline getirdiği 1947 sonrasında özellikle ABD ile ilişkilerini son derece sıkı tutarak diğer örnekler gibi tasfiye olmak bir yana Türkiye’nin “İmparatoru” olmuştur.
Bugün Koç Ailesi’ni küresel anlamda sadece ekonomik değil “Küresel siyaset dizayn edici” kurumları olan Rockefeller Ailesi’nin himaye ettiği ABD merkezli CFR’de “Küresel Danışmanlar Kurulu Üyesi”, İngiltere merkezli Chatham House’da “Türkiye kurumsal ortağı” ve Ali Koç’un bir dönem Chatham House Mütevelli Heyeti Üyesi olması ile görüyoruz…
Dolayısı ile yazımızın başında da belirttiğimiz üzere artık “Küresel sermayenin denge ve çıkarlarını” öncelemek durumunda olan bir “Uluslararası Sermaye Yapısı” oluşmuş durumda.
Öte yandan kısa bir “Tevafuk” ile de yazımızın sonuna doğru gelelim isterseniz…
Şimdi efendim, “Savunma sanayii” de KOÇ HOLDİNG’in son derece önemli oyunculardan birisi olduğu bir diğer sektördür.
KOÇ HOLDİNG’in Yönetim Kurulu Başkan Vekili olan Ali Koç aynı zamanda Koç Holding’in savunma grubunun da başında bulunmaktadır.
Ali Koç’un eşi kimdir peki? Nevbahar Koç…
Nevbahar Koç ise yazımızın başında “Tasfiye ediliş” sürecini aktardığımız “Mühürzade” Demirağ Kardeşlerden Abdurrahman Naci Demirağ’ın torunudur…
İşte o nedenledir ki “Milli Burjuvazimizin” tasfiyesi ile biz kendi topraklarımızı önceleyen bir büyük sermaye yapılanmasına sahip olamadığımız içindir ki bu “Küresel sermayeye eklemlenmiş” büyük sermaye yazımızın başında belirttiğimiz gibi Dünya standartlarında milli ürün/hizmet üreten tamamen yerli sermayeye sahip şirketlerimizi istemez. Hal böyle olunca da biz o “Dünya standartlarından” daha çok geride kalırız…
Yani efendim milli olan “Mühür” elden girmiş,bizim elimize ise küresel sermayenin “Koç” başı kalmıştır…
Olan ise bu cefakar millete olmuştur…