1950’li yıllardan sonra Türkiye’de köyden kente doğru büyük bir göç başlamıştır. Bu göç neticesinde kentler ve insanlar kaderlerine terkedilerek, Cumhuriyetin en büyük sosyolojik sorunlarından birine sebep olmuştur. Köydeki sorunlar şehirlere taşınmış ve kent yaşamındaki sıkıntılara yenileri eklenmiştir. Bu sorunlardan en karlı çıkanlar ise yine toprak ağaları olmuştur.
1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte karşıdevrim resmen başlamıştır. 1950’li yıllarda iktidara geldikten sonra tek düsturu Cumhuriyet kazanımlarını yok etmek ve ortadan kaldırma gayesi içinde olan hükümet, yoksul köylüyü topraklandırma ve böylece toprak ağalarının gücünü kırmayı amaçlayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu geçersiz kılmak için elinden geleni yapıyordu. Toprak ağalarının aktif olarak siyasi arenada yer almasının önünü açan olay, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet eden siyasetçilerdir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu bilinen ismiyle Toprak Reformu, 1927 yılındaki nüfus sayımına göre köy nüfusu toplam nüfusun %75,78’ine tekabül eden köylüyü kalkındırma hamlelerinin başında geliyordu. Toprak ağası varsa köylünün bir hakkı olmaz, toprak ağası varsa köylünün “köle” sınıfı dışında davranması beklenememektedir.
Köyden kente göçün artmasıyla birlikte köylüler ve ağalar şehir yaşantısıyla tanışmıştır. Köyü sömürerek varlığına varlık katan ağa, şehirde de aynı yaşantısı sürdürmüş ve elindeki parasal gücü imtiyaz elde etmek için kullanmıştır. Kimi zaman bu imtiyazı ya iş bulmak için kimi zamanda siyasi makamlara göz dağı vermek için kullanmıştır. Bu tarz girişimlerle köyün toprak ağası, şehrin delege ağasına evrilmiştir.
Delege Ağası ve Toprak Ağası Zihniyeti
Bu kavramı ele almadan önce ağa kime denir, önce buna bakalım. Türk Dil Kurumu’na göre ağa; geniş toprakları olan, sözü geçen, varlıklı kimse ya da halk arasında sayılan ve sözü geçen erkeklere verilen unvan olarak ele alınmaktadır. Toprak ağası, dönümün büyüklüğü ve çalışan köylü sayısına göre iltifat alırken; delege ağası ise elinde bulundurduğu siyasi üye sayısına göre böbürlenmektedir. Toprak ağası ve delege ağası arasında zihniyet olarak hiçbir fark yoktur. Tarihsel süreç boyunca toprak ağaları, her zaman toplumun gelişmesine ket vurmak ve kendisine muhtaç bırakmak için yol izlemiş ve gerici koalisyonun vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Aynı şekilde köyden kente göç ederek siyasi delege ağası olan kimselerin de halkın gelişmesine katkı yaptığı gözlemlenmemektedir. Çünkü delege ağası, yerelde ya da ulusal siyasette “iş kapısı” olarak görülmektedir. Demokrasi, böyle bir olgu değildir. Demokrasi her şeyden önce kula kul olmayı men eden bir yaşam biçemidir. Bu yüzden delege ağaları bitmeden, Türkiye’ye hiçbir zaman demokrasi gelmesi beklenemez.
Demokrasi’den bahsedilebilmenin ön koşulu, seçimdir. Çetin Yetkin, Karşıdevrim isimli kitabında demokrasinin ilerleyebilmesi için genel oy ve eşit oy kavramları üzerinde durmaktadır. Çetkin, “Genel oy, her ergin yurttaşın oy hakkına sahip olmasıdır. Ülkemizde bu koşul da kadınlara oy hakkı tanınmasıyla ve seçmen olabilmek için belirli arazi sahibi olmak, belirli oranda vergi vermek, belirli bir eğitim düzeyine sahip gibi koşullar aranmadığı için daha Atatürk döneminde gerçekleşmiştir” diye bahseder.
Ülkemizde uygulanan demokrasi de genel oy ilkesine sadık kalındığı bir gerçektedir. Peki, eşit oy hakkı…
Türkiye’de tarikatlar, aşiretler, cemaatler ve delege ağaları olduğu sürece eşit oy hakkından bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bu dört zincir, demokrasimizin önünde duran en büyük prangadır. Bu kişiler, gruplar ya da vakıflarla iş birliği halinde olunduğu müddetçe demokrasimiz asla gelişemeyecek ve olgunlaşamayacaktır. Delege ağaları karar verici, tarikat ve cemaatler doğal müttefik olduğu sürece bir adım dahi ileri gidemeyeceğiz. Çünkü tarikat, cemaat ve delege ağalarında; bireyin oy hakkı değil, bir kalabalığın oyu önemlidir. Yani bir siyasi mekanizmanın, tarikat şeyhleri ile anlaşması yeterlidir ya da delege ağasını ikna etmesi yeterlidir.
Demokrasi soyut bir kavram değildir. Demokrasi, belirli kavramların bir araya gelmesiyle değer kazanacağı gibi, belirli bir kavramların egemen olmasıyla da değer kaybeder, yok olur gider. Türkiye’de tarikat, aşiret, cemaat ve delege ağalarını hedef alan bir politika izlenmemektedir. Çünkü siyasilerin amacı, toplumu bilinçlendirmek değildir. Ve demokrasi; liderin, siyasetçinin veya genel başkanın “Ben ülkeye demokrasi gelsin istiyorum, ben öyle istiyorum” tarzındaki söylemleri gerçekçi değildir. Her gün bir cemaat ya da aşiret liderinin partilere üye olması ve parti rozetlerinin genel başkanlar tarafından takılması, durumun vahametini ortaya koymaktadır.
Demokrasiyi elde etme istenci, kolay kaybolacak bir olgu değildir. Bu olguyu yaşatmak ve perçinlemek demokrasinin mihenk taşı partilerin elindedir. Bir ülke için anayasa neyse parti için de tüzük odur. Parti içi demokrasiyi sağlayamayanların, ülkeye demokrasi getirmesi beklenemez. Parti yöneticileri, üyeleri ya da halkı “reaya” olarak görmeye devam etmesi, Cumhuriyet kazanımlarının yok olduğu anlamına gelmektedir.
Bulunduğumuz her ortamda, her makamda bu dört zincirle mücadele etmek her demokrat için uzlaşı sağlamış bir gerçektedir. Bir ülkede feodal ya da yarı feodal yapılar aşılmadıkça orada eşit oy hakkı ilkesi asla yaşama geçirilemez. Ağaların, şeyhlerin, tarikatların bulunduğu ülkede; ağanın adamları ağalarının, tarikat üyeleri şeyhlerinin buyrukları dışında oy kullanamazlar. Bir partide delege ağası varsa; o partinin ilerici düşüncelerle kavga vermesi imkansızdır. O yüzden ülkemizde demokrasi hiç olamadı ve feodal kafaların koalisyonunu yenebilmek ancak genç beyinlerin politik arenada mücadele etmesiyle mümkündür.
Yazımı Sabattin Ali’nin şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi günü de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakâr milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık, iç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez bir suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”