Cihan ÇİFTÇİ
Bir önceki yazıda Siyasal İslam düşüncesinin siyaset zemininde karşılık bulabilmesini sağlayan kitlelerden bir miktar bahsetmiştim. Cemaatler ya da Tarikatlar olarak nitelendirilen bu organizasyonların siyasal temsil kabiliyetlerini arttırdıklarında ne gibi sorunlara sebep olabileceklerini (yada olduklarını) tam olarak anlayabilmek için bu yapıların olayları nasıl algıladıklarının, neden bir arada durmak istediklerinin, yönetime olan bakış açılarının vs. anlaşılması gerekmektedir.
Aslında İslam dinine göre vahiy sadece peygamberlere gelmektedir ve Muhammed Peygamberin vefatından sonra vahiy son bulmuştur. O’ndan sonra bir peygamber gelmeyecektir. Ancak durum pratikte tam olarak böyle değil. Türkiye’deki cemaatlerin hemen hepsi; ilham yoluyla, rüya yoluyla ya da başka “kerametler” vasıtası ile, yaratıcı ile insanlar arasındaki haberleşmenin hala sürdüğünü kabul etmektedir. Özellikle tarikatların ileri gelenlerinin gördükleri rüyalar ve gösterdikleri insan üstü bazı uygulamalar neticesinde bu haberleşmenin sağlıklı şekilde devam ettiği düşüncesi tabana yayılır.
Yaratıcı ile haberleşmeye olan inancın neticesinde, cemaatlere yakın olan kitleler bu türden “olağan üstü durumların” ancak seçilmiş kişiler aracılığı ile yapılabileceğine ikna olurlar. Onlara göre bu türden “ilhamlar” ancak peygamberlerin varislerine ya da Yaratıcının özellikle seçtiği insanlara özel olabilir. Lider artık kutsaldır. Eleştirilemez. Sorgulanamaz. Bedeni kutsaldır, kaldığı mekân kutsaldır. Giydikleri yedikleri kutsaldır. En sıradan hareketlerine dahi olağanüstülük atfedilir.
Seçilmiş kişinin buyrukları ve verdiği talimatlar artık ilahileşmiştir. Haber ve talimatlar aslında yaratıcı tarafından verilmektedir. Dolayısıyla Liderin uygulamaları -tıpkı vahiy gibi- sorgulanamaz. “Ahir zamanda” kurtuluşa ermek artık Lidere itaat ile gerçekleştirilebilecektir. Bu noktadan sonra gruptan ayrılan ya hain ya cehennemliktir ya da imanını kaybetmiştir.
Diğer bir önemli konu ise bu yapılanmaların, kendi takipçileri için çizdiği sınırlardır. Buna göre, tarikata mensup olan kişi ile grup dışı dünya arasında belirgin bir duvar vardır. Bu duvar grup üyeleri ile dış dünya arasındaki etkileşimi yok eder. Grup, kendisi dışında gelişen her türlü olayı (savaş, doğal afet, siyasi seçimler gibi) kendi düşünce dünyasına uygun şekilde yorumlama eğilimindedir.
Dışardan gelen etkinin iç kaynaklara müracaat edilerek yorumlanması ve aslında iç kaynakların bizatihi kendilerinin dış dünya ile yeteri kadar irtibatlı olmaması sorunsalının temel sebeplerinden birisi ise; lider kadroların “ilahi kaynaklı” talimatları ya da bu kadroların yazdıkları eserlerdir. Grup üyelerinin “seçilmiş kişi” metaforu, onların başka kaynaklara müracaat edip farklı fikirlerle etkileşim halinde olmak düşüncelerini anlamsız hale getirir. Zira liderin kitapları zaten ona “yazdırılmıştır”.
Falanca alimin kitabı zaten Kur’an’ın tefsiri hükmündedir. Örneğin yabancı bir lisan öğrenip dünya ile irtibata geçmek anlamsızdır. Bunun yerine Yaratıcı tarafından cezalandırılmamak için liderlerin tavsiyelerini takip etmek daha anlamlıdır. Grubun başına kötü bir şey geldiğinde ise kitlenin davaya olan sadakati sorgulanır. Ya da Lider yeterince anlaşılamamıştır. En iyi ihtimalle, Liderin durumdan haberi yoktur.
Kalabalıklaşan kitleleri bir arada tutabilmek için ortak değerler üretmek hemen her grup için geçerli olan bir mevhumdur. Tarikatlarda aynı yolu izlemektedir. Dinin içeriğinde zaten bulunan ibadetler tarikatın liderleri tarafından bir takım ritüellere bağlanarak sert şekilde korunur. Örneğin günlük haftalık ya da aylık zikir sayıları belirlenir ve bu sayıların altına düşülmesinin kabul edilemeyeceği vurgulanır. Ya da lider kadronun kitaplarının okunmasının gerekliliği üzerinde hassasiyetle durulur.
Hem cemaatin hem İslam’ın kurtuluşu için Yaratıcının ikna edilmesi gerekiyormuş ve bu ibadetler de bunu sağlayacakmış gibi bir algı düşünün… Bu düşünce biçimi grup içerisindeki kişilerin hem yatay hem dikey pozisyonlarının belirlenmesinde önem arz eder. Bu nedenle bu tür ibadetler hem kişi için hem cemaat içi hem de din için olmazsa olmazdır. Yani artık kişiliğin inşası cemaatin geleceği ile bütünleşmiştir bireysel tercihlerin yerini ise kitlenin bekası almıştır…
Ayrıca tarikatların ibadet anlayışlarına uygun hareket etmek takipçiler açısından kabul edilebilir sonuçlara dayandırılır. Örneğin her gün bin salavat çektiğinde cennette hurilerle buluşacağına ikna edilen biri için bin salavat örneğin 2 saatini alacaksa bu pekâlâ kabul edilebilir bir anlaşma olarak görülebilir. İşe giderken bir zikirmatik tedarik edilir ve görev yolda dahi ifa edilebilir. Ancak bu kolaycılığın ağır bir bedeli var. Kolay yoldan cennete gideceğine ikna olan -belki de ikna olmak isteyen- kişi için artık “kafa yormak” gereksizdir. Çalışmak, üretmek, ilerlemek… Böylece grubun var olan entelektüel seviyesi geriledikçe geriler. “İbadet kolaycılığı” kültür seviyesi düşük olan kitleleri kendisine çeker ve cemaatin nüfusunu arttırır.
Şimdi düşünün… Sayıları -doğrudan ve dolaylı- milyonları bulan bir grup var. Bu grup, başlarındaki liderin bir sözü ile sorgu sual etmeksizin tek ses olabiliyor. Lider uygun şekilde ikna edildiğinde milyonlarca insan tek elden yönlendirilebilir bir durumda. Böylesine bir kitle hangi sosyal tabaka için kullanışlı görülür? Tabi ki siyasi (yönetici) elitler.
Siyaset mekanizması bunu fark ettiğinden beri din siyasetle flört halindedir. Nihayetinde siyaset-din-devlet ilişkisi başlar. Din ile siyaset arasındaki makas kapanınca din idealize edilen misyonuna uygun şekilde ahlak üretemez hale bir hal alır. Böylece din, sivil toplumun ya da ezilenlerin yanında bir güç kaynağı iken güçlünün yanında güçlülerin günahlarının fetvacısı konumuna gelir. Din ile siyaset bir araya geldiğinde pek azı istisna kazanan hep siyaset olmuştur. Siyaset mekanizması sayesinde sosyo-ekonomik bir seviye de yakalayan tarikat devletleşme idealine kapılmadığı sürece varlığını devam ettirebilir. Aksi halde devlet aygıtı devreye girer ve tarikat ile siyasetin bağlantısını keser.
Siyasal islam fikri ise bu köklü birlikteliğin bir sonucudur denilebilir. Dini sloganlarla yada dini kurallara göre yönetilen devletlerin politikalarına baktığınızda tarikatların ve cemaatlerin kendi iç işleyişlerinin siyaset mekanizmasına nasıl sirayet ettiğini görebilirsiniz. Çünkü siyasal islam düşüncesi toplumun devlet eliyle kurtarılması, yönetilmesi, geliştirilmesi düşüncelerine dayanır. Onlara göre devlet, toplumu dindarlaştırmanın bir aracıdır. Bu yüzden devlet kurumlarında var olmalı bunu için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Türkiye’deki cemaatlerin devlet eliyle toplumu dönüştürmekle itham ettikleri Cumhuriyetin kurucu kadrolarının metotlarını benimsiyor olmaları da ayrı bir çelişki tabi.
Rad Suresi 11. Ayet: “Siz kendi iç dünyanızı değiştirmediğiniz sürece Allah, toplumunuza hidayet etmez.”
Herhangi bir dine inanmıyorsanız o ayrı ama bu ayete inananların, toplumun tepeden ıslahı metodunun İslam’ın ontolojisine ters olduğunu toplumsal dönüşüm bireyden başladığını bilmeleri gerekmez mi? Gerekir ama Kur’an kolay anlaşılır bir kitap değildir (!) Diğer kaynakları okumak zaten sakıncalıdır (!) Yani aslında dinden geriye, liderin söylediklerinden başka bir şey kalmıyor.
Yazını bir sonraki bölümünde görüşmek dileğiyle…
Aslında, bu akımı daha iyi anlayabilmek ve günümüz insanına anlatabilmek için, İslam’ın, “islamcılık” yapıldığı çağa, Emevi dönemine inmek daha doğru olacaktır! Sonrasında, tarikatların müslüman toplumlar içerisine girişiyle, siz de değinmişsiniz, örgütlenen bu dinci cehaletin siyasete tutunması, siyasilerin de bunlardan oy devşirmesi alış-verişi her devirde varolagelmiştir!
Konuyu, Osmanlının son dönemiyle, Cumhuriyetin ilk yıllarına da getirmenizi özellikle istirham ederim zira, önemli kırılma ve yansıma noktaları mevcuttur o zaman aralığında…
Teşekkürler…