Temel Borga BUDAK
1828 Osmanlı-Rus harbinin hemen sonrasında ve yaşanacak daha da büyük felaketlerin biraz öncesinde coğrafyamızda devletin kurtuluşu ortak paydasında nispeten günümüz benzeri tartışmalar, fikir çatışmaları ve bunların etrafında kutuplaşmalar yaşanıyordu.
Osmanlı devletini yöneten elit monark sınıf, Rus savaşları yüzyılı olarak tanımlanan bu dönemi Rus emperyalizmin yayılmacı ihtiraslarının doğal neticesi olarak değerlendiriliyordu.
Peki gerçek ve doğru analiz bu muydu?
Durum sadece emperyal olma arzusuna kapılmış başka bir elit sınıfın diğer elit sınıflar, monarklar üzerinde hakimiyet kurma ve güç mücadelesinden mi ibaretti?
Eğer durum sadece bir güç mücadelesi ise şüphesiz ki daha fazla güce yatırım yapmak, teçhizat ve yöntem olarak orduyu donatmak ve geliştirmek en doğru karar olmalıydı. Abdülmecid tam olarak böyle düşündü.
Bu düşüncenin sonucunda bir önceki yüzyılın gerçekleriyle karar vererek ve hareket ederek elindeki kıt imkanları sürekli borçlanarak genişletmeye çalıştı. En nihayetinde aslen yaşanmakta olan büyük devrimin düşünsel savaşıyken Osmanlı toplumunun tüm birikimleri bitmek bilmeyen fiziksel savaşlarda tükendi ve Fransa, Birleşik Krallık ve Piemonte (İtalya) ile birlikte kurulan ittifakın modern orduları Birinci Cihan Harbi’nin provası sayılan ve ‘büyük savaş olarak’ tarihe geçen 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusları yenmesine rağmen sonuç Osmanlı için tam anlamıyla bir ‘Pirus’ zaferidir.
175.000 yetişmiş Osmanlı askeri Kırım topraklarına gömülürken, hazine borçlanmaları Duyun-u Umumiye giden sonun başlangıcına sebep oldu. Bu kadar yıkıcı büyüklükteki kayıplar neticesinde kazanılan zafer, Osmanlı’da sahte bir başarı hikayesine dönüştü.
Abdülmecid ve saray etrafında kümelenmiş olan “siyasi elit sınıfı” bu zaferin coşkusuyla sahte bir özgüvene kapıldılar. ‘Avrupalı dostları’ tarafından Osmanlı’nın bir Avrupa Devleti olduğu fikrinin kendilerine aşılandığının bilincine varamadılar.
Çünkü hala fiziksel bir savaşın içerisinde olduklarını düşünmekteydiler.
Gericilerin ‘aydınlanmış despot’ olarak tanımladığı Osmanlı rönesansının ve reform döneminin mimari olarak konumlandırabileceğimiz II. Mahmut, oğlunu dönemin koşulları içerisinde Batı seviyesinin de üzerinde bir eğitimle donatmıştı. Ve Abdülmecid günümüzde bile aydın olarak tanımlanabilecek kadar bilgili ve ilericiydi.
Peki sorun neydi?
Abdülmecid başta olmak üzere elitler kendilerini batı medeniyetinin bir parçası olarak görüyor. Ve kendi düşünceleriyle aşk yaşayarak bu fikirlere gerçekten inanıyorlardı. Batının ‘pozitivizm’ etrafında yaşadığı gelişmeleri gözlemliyor ve doğru yolun bu olduğunu biliyorlardı. Lakin bilmek ve anlamak her zaman aynı şey değildir. Peki anlıyorlar mıydı?
Hatta Osmanlıları bir tarafa bırakırsak ittifak kurdukları Avrupalı “elit dostlar” yaşananlarının bilincinde miydi? Gelmekte olan dip dalgayı hissediyorlar ama anlıyorlar mıydı? Bu da farklı bir tartışma konusu olabilir.
Fakat I. ve II. dünya savaşları anlamadıklarının en büyük delilidir.
Yakın tarihin koridorunda fazla dolaştığımı biliyorum. Fakat yazının anlam bütünlüğünün tam anlamı ile sağlanabilmesi ve bundan sonraki satırların daha net anlaşılabilmesi için bu ön “Temel tarihsel saptamaları” ve analizlerin yapılması şarttır.
Pozitif bilimlerin ispat yöntemi deney, toplum bilimlerinin laboratuvarı ise tarihtir. Toparlayacağım ama biraz daha sabrınızı rica ediyorum.
Nerede kalmıştık? Evet içgüdüsel olarak Abdülmecid zeminin ayaklarının altından kaydığını hissediyordu. Büyük devrimin (1789) üzerinden yarım yüzyıla yakın bir süre geçmişti fakat etkileri çağın iletişim gerçekleri neticesinde uzak coğrafyalara yeni yansıyordu.
Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik üzerine kurulan insanlık çağının en büyük hikayesini ıslahat, tanzimat ve reformlarla yönetebilecekleri gibi sahte özgüvenin eseri olan saçma fikirlere kapıldılar. Devrimden korktular. Ve burjuvanın büyük yalanlarına koşulsuz inandılar.
Tüm bu sebeplerin sonucunda ‘Güçlü bir karar’ veremediler.
Bugünlerde benzer bir sürecin içerisinden geçiyoruz. Yüz binlerce yıllık insanlık tarihinin en büyük devrimi yaşanırken toplumlar ‘Küreselleşmenin’ etkilerini yeni yeni hissediyor. Daha kışkırtıcı bir ifadeyle insanlar zeminin ayaklarının altından kaydığının farkında fakat sebebini bilmiyor. Sebebe ikna edilen ‘siyasi elitler” ise gerçeği anlamıyor.
Hepsi modernizm çağının ‘modernite’ anlayışına mensup olan bu kişilerin bildiğini sandıkları gerçek aslında post-modernite tarafından eğilmiş, bükülmüş bir hakikatten ibaret. Büyük bir yalan. Bu büyük yalan liberal demokrasi, sınırsız insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi gibi aslı çok değerli fakat içi tamamen boşaltılmış kavramların etrafında şekilleniyor, süsleniyor.
Ve bu büyük yalanların etrafında dönüp dolaşıp geldiğimiz yer; sosyoloji biliminin bütün karanlık güçlerini muazzam bir yetenekle kullanabilen burjuva tarafından geliştirilen ve uygulanan post-modernize edilmiş ‘Hürriyet ve İtilaf’ ile ‘İttihat ve Terakki’ arasında sıkışmışlık.
Biz bu kısır döngüyü Kemalist düşünce ile kırmamış mıydık?
Bu noktadan sonra içimde biriken büyük öfke cümlelerime yansıyacak. Ve Cumhuriyet savunmasını yıkıcı bir şiddetle yapacağım. Kelimelerim adeta Brütüs’ün elindeki bıçak gibi tiranlara, derebeylerine, modern Sezarlara defalarca saplanacak.
Çünkü aptal siyaseti elitlerin, küresel burjuva ile kurdukları bu büyük komployu affetmek için hiçbir sebep bulamıyorum. Unutmuyorum, unutmayacağım.
“ŞİŞMAN, YORGUN, VASAT, KORKAK VE HAİN ADAMLAR”
Açıkça ifade etmek gerekir. Küresel bir yıkımın ve felaketler çağının eşiğindeyiz.
Büyük felaketlerden bahsettiğimiz zaman kendini bu topraklara ait hisseden her vatansever Falih Rıfkı Atay okumalı ve ateşle sınandığımız günlerin acısını o kederli günlerde, yaşıyormuşçasına ruhunun derinlerinde hissetmelidir.
Zamanda ufak bir atlamayla, işgal altındaki İstanbul’a dönüyor ve sözü İngiliz İstihbarat Subayı Harold Courtenay Armstrong’a veriyoruz:
“İstanbul, bu şehri dünyanın hiçbir tarafıyla temas ettirmeyen bir Yunan duvarıyla çevriliydi. Her tarafta Yunanlılar vardı. Bunlar Karadeniz’den Marmara’ya, Marmara’dan Çanakkale’ye ve Akdeniz’e kadar bütün kıyıları tutmuşlardı.
Gelibolu yarımadasıyla Trakya da onların elindeydi.
Mustafa Kemal artık bir İstanbul Hükümeti kalmamış olduğunu ilan etmesine rağmen Sevres Antlaşması’nın uygulanma hazırlıkları devam etti.
Bir gün Dolmabahçe Sarayı’na yakın olan Beşiktaş İskelesinden bir kayığa binerek Üsküdar’a gidiyordum. Sular henüz sisliydi. Güneş doğmamıştı. Boğaz’ın kıyılarına beyaz köşkler, saraylar, camiler ve duvarlı bahçeler sıralanmıştır. Birçoğu haraptı.
Üsküdar’a giderken akıntı bizi Yunan zırhlısı Averof ile hemşerisi Kılkış’ın yanından geçirdi. Bir nöbetçi baktı. Ben bu gemilerin burada emniyetle durabilmelerine şaşıyordum. Müttefiklerin tarafsız bölge ilan ettikleri yerdeydiler. Hasım tarafından hiçbir gemi burada duramazdı.
Yunanlılar Osmanlı başkentini üs diye kullanmakta, buradan Karadeniz ve Marmara kıyılarına akın ederek Türk köylerini ateşe tutmaktaydılar. Türklerin de bu gemileri batırmaya girişmediklerine şaşıyordum. Küçük bir çabayla batırılmaları mümkündü.
Üsküdar eski bir tuhaf yerdir.
Caddeleri, Beyoğlu sokakları gibi dik ve dolambaçlı. Evlerinin damlarına yağan yağmur, geçenlerin başlarına dökülür. Üsküdar iptidai, mutaassıp, garip ve henüz 17. asırda yaşayan bir yer. Mesafece Avrupa’nın biraz ötesinde iken asrımızdan 3 asır geriydi.
Üsküdar mutasarrıfı (Osmanlıca; vali, mülki amir) şişman. tembel ve yetersiz bir adam. Benimle Türkçe konuşmaktan utanarak Fransızca söylemek isterdi. Padişahla birlikte kalanlar işte böyle yaramaz adamlar, iyi Türklerin çoğu Anadolu’da Mustafa Kemal ile beraber.”
(Kaynak: Falih Rıfkı ATAY, Çankaya S. 311-312)
Tarih maalesef aptallar için tekerrürden ibaret.
2021 yılını tamamlamak olduğumuz şu günlerde bir kez daha bütün şişman, yorgun ve vasat adamlar sarayda padişahla birlikteler. Diğer cephe de ise tam bir derebeylik rejimi kurulmuş. Genel başkan sıfatının arkasına saklanan bu derebeyleri yani senyörler, vasallarıyla beraber bir fief sözleşmesi etrafında büyük komplonun ortağı olmayı tercih etti.
“Tercih” kelimesini özenle kullanıyorum çünkü bu bilinçli bir seçim. Bilerek ve isteyerek verilmiş vahşi ve yıkıcı bir karar. Ve vahşi tercihlerin vahşi sonları olacağı mutlak. Bu noktadan sonra kandırıldım, yaptım ama neden yaptım, keşke, fakat veya ama ile geçiştirilmesi düşünülemez.
Ve bu sistemin adı Cumhuriyet değil. En iyimser ifadelerle bu düzeni“III. Meşrutiyet” olarak tanımlayabiliriz.Bu oylarla beslenen, oylarla kurgulanan ve kültürel kimlikler etrafında şekillenen bir demokrasi illüzyonu. Bu Demokrasi illüzyonlu III. Meşrutiyet komplosu. Bütün siyasi elitler bu büyük komplonun bir parçası, büyük ihanetin tamamlayıcısı.
Dikkatli okuyucuların gözünden kaçmamış olduğunu düşünüyorum. Şu soru muhtemelen zihinlerinizi meşgul ediyor. Siyasi elitler bu komplonun bir parçası ve planlayıcısı ise bu komployu hazırlayanlar kim veya kimler?
Bu soru büyük devrimden bu yana cevabını arıyor. Yine tarihe yapacağımız çok ama çok kısa bir yolculukla belki bizler cevabı bulabiliriz. Cevap aslen sorunun hem kendisi hem tamamlayıcısı hem de soruyu var eden ve dönüştüren cevabın ta kendisi. Tam bir paradoks. Evvel zamanlarda aristokrasi korkusu burjuvanın zihninde çok derin bir kaygı olarak yerleşmişti. Bu kaygı zamanla külte dönüştü. Siz bu kültü popüler kültür aracılığıyla ‘vampir’ olarak tanıdınız. Şatosunda yaşayan, ve geceleri ortaya çıkarak halkın kanını emen, kanla beslenen oldukça güçlü ve asla yenilmez bu canavarı burjuva yarattı.
Esin kaynağı da Fatih’in düşman kardeşi III. Vlad’ın ta kendisidir.
Büyük devrim ise vampirin kalbine çakılan kazıktır. Bu kazık vampirin kalbine halk, burjuva ve aydınlardan oluşan büyük bir ittifakın kurulmasıya çakılabilmiştir. Fakat insan açgözlülüğünün ve iki yüzlülüğünün vücut bulmuş hali olan burjuva; sonsuz isteklerini ve bitmek, tükenmek bilmeyen arzularını Sieyes’in tanımladığı ulusa ve onun ulusal iradesine dayanan bu yeni sistemle karşılayamayacağını kısa zamanda fark etti.
Bizi küreselleşmeye kadar getiren süreç bu farkındalığın çıktısıdır.
Bir diğer önemli farkındalıkta her çağda ve her coğrafya da şişman, yorgun, vasat, korkak ve hain adamların rahatlıkla bulunabileceği gerçeğidir. Doğrudan demokrasi yerine temsili demokrasi kurgulanabilir ise devrimin en önemli bileşeni olan halkın iradesi zaman içerisinde parça parça aracılara devredilebilir ve bu aracılar ortak çıkarlar ekseninde kolaylıkla yönetilebilirdi.
Siyasi elit sınıfı da bu ikinci farkındalığın sonucudur.
Bu yüzden temsili demokrasi devam ettiği sürece bu bataklıktan çırpınarak çıkmaya çalışmaktan farklı bir sonuç vermeyecektir. Bu düşüncemi ‘Ulus İttifakı Fikri’ yazımda doğrudan demokrasi ekseninde çok daha detaylı aktaracağım.
Değerli Dostlar,
Burjuvanın totaliter rejime, totaliter rejimin de 5 önemli bileşene ihtiyaç vardır. Total bir ideoloji (siyasal islam), tekelci parti, kitle iletişim araçlarında mutlak kontrol, ekonomide tam kontrol ve yaygın siyasi şiddet. İlk 3 maddeye tik atabilirsiniz.
Son derece mantıksız olan hiçbir ekonomi teorisinde yer almayan faiz kararları ve döviz kurları üzerinden diğer ikisinin tamamlanıyor olma olasılığı, olasılıklar arasında en kuvvetlisi. Ve çok yakında küreselleşmenin totaliter yıkımıyla test edileceğiz.
Fakat bu gerçekliğin bizlere büyük fırsatlarda sunacağını unutmamak gerekir. Antik Yunan’da büyük düşünürler ama kıt imkanlar vardı. Günümüzde ise büyük imkanlar fakat kıt düşünürler olduğu için küreselleşmenin olumsuz etkileriyle savruluyoruz.
Evet, demokrasi illüzyonunun büyüsü tüm coğrafyalarda ekonomi tarafından her geçen gün daha bozulurken; insanlığın bir bölümü korkuya, endişeye kapılarak ve belirsizliğe boyun eğerek özgür iradelerini siyasa elit görünümlü dijital faşistlere teslim edebilir.
Bu durumda burjuvanın zaferi tamamlanmış ve mutlak hakimiyeti sağlanmış olacaktır. Fakat oldukça farklı bir bakış açısına dayanan yüksek bir itiraz yakın tarihimizde mevcut.
İnsanoğlu son büyük devrimine doğru dolu dizgin ilerlerken bizlerin bu maceraya tarihimizden aldığımız bu yüksek iradeli ve oldukça farklı olan bakış açısının yüksek enerjisiyle katılmanın heyecan verici olacağını düşünüyorum. Bilgi devri bizim olabilir. Üstelik biz devrini Anadolu’nun on binlerce yıllık hoşgörüsü, birleştiriciliği ve kucaklayıcılığı ile harmanlayabiliriz. Bilgi devrinin doğal sonucu olarak yüzleştiğimiz anlam/mana boşluğunu da bu şekilde tamamlama olanağımız mevcut.
Bu bütünleştirmeye ‘Pax-Anatolia’ diyebiliriz.
Ama öncelikle zor günlerden geçtiğimiz ve daha da zor günlerin gelmesini beklediğimiz bu zamanlarda ilk önceliğimiz halkımızı “siyasi elitlerin” sahte umutlarına teslim etmemek olmalıdır.
Dayanışma ruhunu kuvvetli bir birliktelikle güçlendirmek ve zifiri karanlıktan uzanmayı bekleyen şeytanın elini kırmak zorundayız.
Başaracağımıza olan inancım tam.
Unutmayın; güçlü fikrimiz Cumhuriyet bizden “Cesur bir karar” bekliyor.