Celal Eren ÇELİK
Türkiye Cumhuriyeti Devleti,1923 yılında Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşları tarafından bir millet adeta “Küllerinden yeniden var edilerek” kurulduğu an itibariyle ana karakteristik özelliğini “İlericilik” olarak belirlemişti.
Dünya’da monarşilerin tasfiye edildiği ve ulus devletlerin yeni hakim siyasal sistem olacağını gören Cumhuriyet’in kurucu kadroları daha Kurtuluş Savaşı sürerken saltanatı kaldırarak attıkları “İlerici” adımlarını, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’i ilan ederek “Devrimci” bir boyuta ulaştırarak taçlandırmışlardı.
1923-1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin her alanda uyguladığı politikalar “İlerici dönüşüm” adına yapılan politikalardı. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’in “Kurucu kadroları” genç Cumhuriyet ile gelişmiş ülkeler arasında var olan belki de iki yüz yıllık “Açık makası” hızla kapatabilmek için son derece radikal kararları alarak uygulamaya geçirdiler.
Bu kararlar alınırken uygulamaya geçirilmesi esnasında toplumun yüzyıllardır süregelen köhnemiş alışkanlıkları,tutucu yanları,acı verici cahillik oranının yüksekliği ile birleştiğinde pek çok “Karşı devrimci” unsurun ortaya çıkması ve özellikle de Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan bazı gerici isyanların yaşanması, toplumun bu “Karşı devrimci/gerici” kesimlerinin hakim olduğu alanlarda “İlerici dönüşüme” karşı sert bir direnişin oluşması da kaçınılmaz oldu.
Ancak Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının 1923-1938 yılları arasında kararlılıkla uyguladıkları ve aslında kendilerinden sonra Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığını tam bağımsız, uygar ve medeni ülkeler sınıfında sürdürmesi için ısrarcı oldukları “İlerici dönüşüm” politikaları dış siyasetten,ekonomiye,tarımdan sağlığa ,eğitimden gençliğe, sanattan kültüre aklınıza gelebilecek her alana nüfuz ederek 15 senelik süreç içerisinde Dünya’da eşine çok nadir rastlanabilecek bir toplumsal “İlerici dönüşümün” yaşanmasını sağladı, 600 yıldır bireyselliğini ve millet olma şuurunu tanımamış olan koca bir toplum “Teba ve Ümmet” olmaktan çıkarak “Birey ve Millet” oldu.
****
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ile başlayan 1938-1946 arasındaki süreç ise Cumhuriyet tarihi açısından özellikle iyi okunması gereken 2. süreçtir. Bu süreçte patlak veren ve 1945 yılına kadar süren 2.Dünya Savaşı esnasında 1938 yılına kadar hız kesmeden devam eden “İlerici dönüşüm” süreci yavaşlamıştır zira ülkenin bir “Dönüşüm sürecine eğilmek” ve bunun gerekliliklerini yerine getirmekten ziyade asli ve “Yaşamsal” önceliği, kendi felaketi olması muhtemel bir şekilde 2.Dünya Savaşı’na katılma kabusundan kurtulmak olmuştur.
Yönetici kadrolar bu süreçte halkı özellikle ekonomik anlamda çok zor şartlarla baş başa bıraksa da savaş şartlarının olağanüstü ve zorunlu nedenleri ile aldıkları kararlar ile birlikte aynı zamanda toplumun pek çok dinamiğini derinden ve köklü şekilde değiştiren 1923-1938 arası toplumsal “İlerici Dönüşüm” hamlesini aynı anda sürdürememişlerdir ve alınan “Savaş tedbirlerinin” geniş halk yığınları üzerinde yarattığı rahatsızlık nedeni ile bunu yapabilmeleri de zaten mümkün değildir.
1945 yılında 2.Dünya Savaşı’nın bitmesi ile birlikte Dünya’nın siyasal ve ekonomik dengeleri yeniden şekillenirken 2 yeni süper güç ortaya çıkmıştır: Batı Bloğu’nu temsil eden ABD ve SSCB.
Ve bu 2 süper güçten birisi olan SSCB’nin 2.Dünya Savaşı’nın hemen akabinde gerek Boğazlar’a asker yerleştirerek boğazları birlikte yönetme, gerekse Kars-Ardahan-Iğdır gibi illeri kapsayan toprak talepleri ile Kuzey sınır “Komşusu” artık açık “Tehdit” haline gelen Türkiye adeta “Çaresizce”, 1946 yılında ABD’nin “Dünya Hegemonyasının” ilk adımı olan Truman Doktrini çerçevesinde aldığı askeri yardım ve Marshall Yardımları ile ABD’nin “Nüfuz alanına” girmeye mahkum olmuştur.
1946-1950 yılları arasında ABD’nin etkisi, toplumda 2.Dünya Savaşı’nda yaşanan ekonomik sıkıntılardan kaynaklı sosyal huzursuzluk ülkeyi “TEK PARTİ” olarak yöneten CHP’ye karşı büyük bir “Nefret dalgası” yaratmış, bu esnada CHP’den koparak kurulan Demokrat Parti 1950 seçimleri ile birlikte iktidara gelirken bu seçim zaferi Türkiye açısından bir “Kırılma noktası” olmuştur.
Zira Demokrat Parti aşırı ABD yanlısı politikalar izlemiş, Türkiye’yi Kore’de verilen şehitler karşılığında NATO’ya sokarken bir yandan da gerici ve karşı devrimci toplumsal kesimler ile kol kola girmiştir.
Atatürk,İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak gibi Cumhuriyet’in kurucu isimlerine hakaretler yağdıran, Cumhuriyet’e düşmanlığını ve karşıtlığını açıktan ifade eden,kitaplarında yazan Said-i Nursi elinde yeşil tuğralı sancak ile Adnan Menderes’i karşılamaya gelmiş, Demokrat Parti tarafından kendisine özel olarak tahsis edilen araçla Demokrat Parti için “Propaganda turları” yapmıştır.
1950’li yıllar ile birlikte ABD’nin “5.KOL FAALİYETİ” çerçevesinde kurdurulan “KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİ” aslında sol ile mücadele ederken 1923-1938 arası başlatılan “İlerici Dönüşüm” hamlesi ile mücadele etmiştir. Zira 1923-1938 arası başlatılan bu “İlerici Dönüşüm” hamlesinin en öncelikli 2 karakteristik özelliği ANTİ-EMPERYALİZM ve TAM BAĞIMSIZLIKTIR.
Oysa 2.Dünya Savaşı sonrasında kurulan “Yeni Dünya Düzeni” içerisinde ABD’nin “TAM BAĞIMSIZLIK” ve “ANTİ-EMPERYALİZM” kelimelerine dahi tahammülü yoktur. Dolayısı ile ABD ile toplumun “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” katmanları el ele vererek 1923-1938 arası başlatılan “İlerici Dönüşüm” hamlesine karşı bir “Ortak Cephe” kurmuşlardır.
***
Türkiye’de 1950-1980 arasında iktidar olan partiler (Kısa süreli CHP koalisyon hükümetleri hariç) işte hep bu “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” toplumsal katmanların desteğini arkasına alarak iktidarlarını sürdürmüştür. Süleyman Demirel’in Adalet Partisi buna çarpıcı bir örnektir.Zira Said-i Nursi’nin kurduğu Nur Tarikatı nasıl 1960 öncesinde Adnan Menderes ve Demokrat Parti’ye destek verdiyse 1961 seçimleri itibariyle de Adalet Partisi’ne açık destek vermiştir. Süleyman Demirel seçim mitinglerinde kürsüye “Bir elinde Kur’an, kalbinde İman, işte geliyor “Nur”lu Süleyman” anonsu ile çıkmıştır.
1960 ile 1970’lerin ortasına kadar Adalet Partisi içerisinde kendisine alan bulan “GERİCİ-KARŞI DEVRİMCİ” yapılanmalar 1970’ler ile birlikte Necmettin Erbakan’ın kurduğu Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi ile tam olarak “Kimlik” kazanmış ve “Kurumsal” hale gelmişlerdir.
Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu gibi Cumhuriyet düşmanı “KARŞI DEVRİMCİ” isimlerin fikri dünyasını beslediği bu 2 parti Türkiye için “Siyasal İslam’ın” temelini kurumsal olarak atmıştır.
Erbakan’ın Milli Nizam ve Milli Selamet partilerinin özellikle Anadolu kırsalının muhafazakar ve eğitim seviyesi düşük kesiminde bulduğu destek Adalet Partisi ile Milli Selamet Partisi’ni de karşı karşıya getirmiştir.Ancak burada asıl mücadele siyasi değil “Tarikatlar” üzerinden “Siyasal İslam önderliği” mücadelesidir. Zira Adalet Partisi sırtını Nur Tarikatı’ndan toplumsal kesimlere yaslarken, Milli Selamet Partisi ise Nakşiliğin Halidi ekolünü benimseyen toplumsal kesimleri konsolide etmiştir. Yani aslında “GERİCİ-KARŞI DEVRİMCİ” tarikat ve cemaatlerin ilk “Rant savaşı” 1970’lerde başlamıştır.
Bu 2 partiyi 1980’e giden süreçte bir araya getirecek olan ise ABD’nin “Solculara karşı devlet gücünün Paramiliter yapılanması olarak sokaklara hakim parti” “Şablonuna” tam olarak uyan ama bir yandan da uluslararası bağlantıları son derece güçlü “Butik bir tarikat” olan Arusi Tarikatı ile girift ilişkiler tesis eden MHP ve Alparslan Türkeş olacak, MC hükümetleri aslında karşımıza Adalet Partisi-MHP-Milli Selamet Partisi koalisyonu değil Nur Tarikatı-Nakşi Halidi Ekolü-Arusi tarikatı olarak çıkacaktır. Burada “Büyük parti” Adalet Partisi gibi gözükse ve dolayısı ile tarikat-cemaat “Rant savaşından” Adalet Partisi kazançlı çıkmış gibi sanılsa da geri planda Nakşibendiliğin Halidiye Ekolü’nün Erbakan’ın mensubu olduğu Gümüşhanevi Tekkesi (Kamuoyunda bilinen ismi ile İskenderpaşa Cemaati) MHP’nin girift ilişkiler geliştirdiği Arusi Tarikatı ile birlikte hareket ettiği için “Denge” sağlanmıştır.
NOT: (TEKKEDEN DEVLETE:YEŞİL İKTİDAR kitabımızda bahsi geçen tarikatları ve girift ilişkilerini,siyasete etkilerini detayları ile anlattık)
***
1960 sonrası 1980’lere gelene kadar siyasi partilere hakim kılınan bu “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” tarikat-cemaat yapılanmaları eli ile bu partilerin 20 yıla yakın iktidarında devlette sürekli kadrolaşmışlardır. Özellikle yaklaşık 15-20 senelik planlaması olan bürokratik kadrolara yerleştirilen bu kadrolar eli ile devlet yapılanmasının bürokratik ayağı bu tarikat-cemaat eksenli “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” kadroların etkisine bırakılmıştır.
Öte yandan Türkiye 1980 askeri darbesi sonrasında ANAP iktidarı ile tanışırken aslında 2 önemli olay olmuştur:,
Bunlardan ilki ANAP’ın tüm yönetici kadrolarının Nakşibendi tarikatı üyelerinden “Seçilmiş” olması ve devlet içerisinde “Takunyacılar” olarak adlandırılan dinci yapıyı temsil ediyor olmaları. Dolayısı ile 1980 askeri darbesi öncesi devlete hakim olmaya başlayan cemaat-tarikat yapılanmaları 1980 öncesinin en etkin yapılarından Nakşilik üzerinden devam ettirilmiştir.
İkincisi ise o sıralarda çok dikkat çekmese de Fethullah Gülen’in Nur Tarikatı’ndan ayrılarak kurduğu “Kendi yapılanmasının” önü açılmış, hakkında arama kararı olmasına rağmen kendisine karakolda çay ikram edilip gönderilmiş, 1980 darbesinde kaçtıktan sonra hakkında arama kararı olduğu halde 6 rahatça dolaşmış ve bu kararın ortadan kalkması için formalite icabı “İfade verip elini kolunu sallaya salaya yoluna devam etmesi” için devreye bizzat bakanlar girmiştir.
1980 Askeri Darbesi’ni yapan askeri yönetim başta Kenan Evren olmak üzere ellerinde Kur’an-ı Kerim ile mitingler düzenleyerek ABD’nin “Ilımlı İslam” ve “Yeşil Kuşak” projesinin gereğini yerine getirerek İslami vurgular yapan bir propagandaya girişmiştir.
Dolayısı ile 12 Eylül Askeri darbesi belki “Demokrasi için” bir “Kesinti dönemi” olmuş ancak 1923-1938 arası “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” karşısındaki “GERİCİ-KARŞI DEVRİMCİ” yapıların yol almaları için hiç bir kesintinin olmadığı bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir.
***
1990’ların ortasında ABD Türkiye’yi tam olarak “Ilımlı İslam’a” hazırlarken Erbakan’ın partisi Refah Partisi’ne oynamaya başlarken bu parti içerisinden de Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan ile çoktan temaslar kurulmuştur.
ABD’nin Büyükelçisi Morton Abramowitzh ile Erdoğan’ın temasını sağlayan ise bugünlerin “Muhalif” gazetecisi (!), SOROS foncusu, SOROS’un kısa süre önce kapanan AÇIK TOPLUM VAKFI’nın Mütevelli Heyeti Üyesi Ruşen Çakır’dır.
İşte Türkiye’de çok dikkatle incelenmesi gereken bir dönem de 1995 ve sonrasını kapsayan ve “TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM” yılları olarak adlandırılacak dönemdir. Bugün Türkiye’nin içerisinde bulunduğu bu karanlık durumun müsebbibi tam olarak işte bu “TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN” planlı ve stratejik olarak “YAŞATILDIĞI” dönemdir.
***
1994 yılının Nisan ayında patlak veren ekonomik kriz ve alınan yetersiz hatta ters etki yaratan tedbirler ile birlikte Türk toplumu “Bilinçli”, “Sistematik” ve “Stratejik” biçimde “Yoksullaştırılmaya” başlandı.
Bu süreçte halkın alım gücü giderek her geçen gün biraz daha düştü, fakirleşen halk 1995 itibariyle siyasal islamın “Kurumsal partisi” olarak yatırım yapılan ve yıldızı parlayan Refah Partisi dönemi ile “Yardım paketleri” kültürü ile tanıştırıldı. Bu ilerleyen dönemde “Üretmeyen” ve “Hazır verilen yardımlar karşılığı oyunu ipotek edecek” “Sadaka kültürünün ilk neferlerinin” temelini attı.
Anadolu’nun kırsalında ve özellikle İç Anadolu bölgesinde halk fakirleştikçe daha da muhafazakarlaştı, muhafazakarlaştıkça “Sadaka kültürü” etkisi ile “Şükür ve biat” kültürü de geliştirildi.
“Sadaka kültürü” ve “Şükür ve biat” kültürü muhafazakar kitle ile buluştuğunda 1960’tan bu yana her anlamda alt yapısı hazırlanmış ve adeta ilmek ilmek dokunmuş olan “Siyasal İslam” ve “GERİCİ-KARŞI DEVRİM” ülkede 1995 yılından beri süregelen ekonomik sıkıntılar ve buna paralel siyasal istikrarsızlıklar ile geçen 7 senelik süredeki koalisyonlar dönemi de kullanılarak toplumun önüne “Yeni umut” olarak AKP adı ile konuldu, bu paket “Biz gömleğimizi çıkarttık” diyerek ambalajlandı, devlet içerisindeki “Direnç hatlarını kırabilmesi” için bazı konformist solcular, liberaller ve 2.Cumhuriyetçiler bu “Pakete” eklemlendi ve 1980 itibariyle önü sürekli açılan FETÖ yapılanması tarafından “Kalifiye eleman” açığı da kapatıldı.
Keza bu süreçte tarikat-cemaat yapılanmaları son derece güçlendi,her biri Allah ile olan ilişkisinden çok daha önem verdikleri “Sermaye ve para” ile ilişkilerini kurarak “HOLDİNGLEŞTİLER”…
Ülkenin dört bir yanına açılan tarikat-cemaat yurtları ve okulları vasıtası ile genç ve parlak beyinler yıkanarak “Devşirildi”, devlet kadrolarına yerleştirildi.
Ancak daha da önemlisi toplum 1960’lardan bu yana alt yapısı hazırlandığı şekli ile tam anlamı ile “DÖNÜŞTÜRÜLDÜ”
Önce “Biat ve sadaka” kültürüne evrilen toplumun siyasal evrilmesi de “Millet olma” şuurunu terk ederek “Ümmet olmaya” doğru evrilmesi oldu.
Dolayısı ile 1923-1938 yılları arasında gerçekleştirilen “Devrimsel” “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” tamamen durdurularak, “KARŞI DEVRİM-GERİCİ DÖNÜŞÜM” tamamlandı, bir ülkenin toplumu üzerinde “Siyasetin” yanı sıra adeta bir “Sosyolojik mühendislik” uygulandı.
***
Yaşanan bu yeni dönüşüm kendi sermayesini, kendi medyasını, kendi yargısını, kendi bürokrasisini yani “Keni ELİT SINIFINI” oluştururken aslen “DÖNÜŞTÜRÜLEN” ve “DÖNÜŞTÜRÜLÜRKEN” tüm ilerici hakları teker teker elinden alınan, yaşam alanı gideceği okuldan yapacağı çocuk sayısına, giyiminden atacağı kahkahaya, kadar müdahaleye açık hale getirilen toplum adeta “NARKOZ ALMIŞ” gibi çılgınca bu “GERİCİ DÖNÜŞÜME” alkış tuttu.
Bu “DÖNÜŞTÜRÜLEN” toplumun kendisini her şart ve koşulda “Alkışlamasını” sağlamak isteyen yeni sistem bu “KARŞI DÖNÜŞÜMÜ” devamlı tutmak,kendi iktidarını kökleştirmek adına halkı borçlandırdı.Borçlanan halk ekonomik kaygılar ile “İSTİKRAR” adı altında “NARKOZ” almaya devam etti, “Borçlanma” “NARKOZU” yetmediği zaman bombalar patladı,sınır ötesi harekatlar yapıldı bu kez “GÜVENLİK” adı verilen daha ağır bir narkoz topluma verildi.
***
Ülkede tüm bunlar yaşanır ve bir “TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM” ile Cumhuriyetin tüm kazanımları teker teker yok edilir, 1923-1938 arası yaratılan o “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” hamlesine adeta savaş açılırken ülke muhalefeti de benzer bir “NARKOZ” içerisinde bu olan bitene karşı geniş ve etkili bir toplumsal muhalefet örgütlemek yerine, Salı gününden Salı gününe gurup toplantılarında AKP iktidarının belirlediği gündemi tartıştı, sosyal medyadan Tweet attı,Cumhuriyet Baloları,Cumhuriyet Mitingleri düzenledi ve ’80 öncesinin devrimci sanatçılarının gelip “Sarı Saçlım Mavi Gözlüm” diye parçalar söylediği konserlerde yüz binler hatta milyonlar bir araya gelince herşey hallolacak zannetti.
Ancak toplum “DÖNÜŞTÜĞÜ” için bu yapılan “Etkinliklerin” karşı tarafta “Biat kültürüne ve ümmet olmaya dönüşmüş” geniş halk kitlelerini daha da birbirine kenetlediğini yani konsolide ettiğini hatta bu kültürlerini daha da keskinleştirdiğini dahi analiz etmekten uzak bir muhalefet ile birlikte Türkiye bir “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” den bir “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” “Toplumsal Dönüşüm” yaşayarak bugün olduğu şekli ile uçurumun kıyısına geldi, karanlığın içerisine çekildi…
****
Bugün yaşanan “KARŞI DEVRİMCİ TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM” Türkiye açısından çok önemli bir varlık sorunudur ve önümüzdeki süreçte Türkiye’de kendi siyasal çıkarları için kutuplaştırıcı siyasal dil kullanan siyasetçilerin bu şekilde politikalarını “Kutuplaşma” üzerinden inşa etmeleri halinde çok daha keskinleşecek taraflar arasında ülkede hiç istenmeyecek ve kaos ortamı yaratacak sonuçlar doğabilecektir.
Türkiye’de AKP iktidarı yazımızın başından bu yana detayları ile anlattığımız 1960 sonrası ilmek ilmek örülen bu “KARŞI DEVRİMCİ-GERİCİ” “Toplumsal Dönüşümün”, “Siyasal İslam” destekli uygulayıcısıdır. Dolayısı ile bu “İLERİCİ DÖNÜŞÜMÜN” doğrudan karşısındadır.
Peki bugün kutuplaşan siyasette Türk milletine “AKP’den kurtuluş umudu” olarak sunulan 6’Lİ MASA’nın Türkiye’ye AKP’nin verdiği son derece büyük zarar ve tahribatları giderecek,1923-1938 arası gerçekleşen o büyük “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” hamlesini tüm kararlılığı ile uygulayarak son 30 senede “Dönüştürülen” Türk toplumunu yeniden “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” ile buluşturarak Türkiye’ye çağ atlatabileceğini söylemek mümkün mü?
Daha dün Said-i Nursi’nin kitaplarının serbestliği için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yaptığını açıklayan,Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü bozacak ve Federatif Yönetimin önünü açacak “Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Yasa Tasarısında” bulunan “DEVLET” şerhlerini kaldırarak kabul edeceğini açıklayan, Atatürk’e hakaret eden isimleri, Türkiye’nin Mavi Akdeniz’deki “Mavi Vatan” politikalarını “Kışkırtıcı” bulan kişileri Genel Başkan Yardımcısı yapan bir Kemal Kılıçdaroğlu..
AKP “KARŞI DEVRİMİ” uygulayarak toplumu dönüştürürken ekonomi ve dış politika başta olmak üzere tüm önemli kararların altında yıllarca imzası olan Babacan ve Davutoğlu…
Süleymancılar Tarikatı’nın açıkça desteklediği bir İYİ PARTİ ve ülkenin beka sorunu haline gelen geçici sığınmacılar konusunda “Benim oğlum onlara girişimcilik dersi veriyor” diyen bir Meral Akşener…
“Türkiye Said-i Nursi modelini uygulamalıdır” sözleri arşivlerde duran bir Gültekin Uysal…
Yazımızda detayları ile anlattığımız “KARŞI DEVRİMİN” “Kurumsal Kimlik” kazandığı Milli Selamet ekolünün bugünkü partisinin lideri ve Nakşi destekli bir Temel Karamollaoğlu…
Ve Türk halkının karşısına konulan “Ya 20 yılda seni bu hale getiren, toplumu dönüştüren,karşı devrimle “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” hamlesini yok etme noktasına getiren AKP, ya da AKP’den kurtulmak istiyorsan aslında AKP’nin 2002 versiyonu olan böyle bir 6’LI MASA” seçeneği, dayatması.
***
Türkiye’nin aslında bugün karşı karşıya bulunduğu en önemli sorun Türkiye’nin ihtiyacı olan yeniden büyük bir “İLERİCİ DÖNÜŞÜMÜ” sağlayabilecek bir yapının bugün oluşan siyasal tabloda ve ittifaklarda görünmemesidir. (İttifaklara dahil olmayan partilere tabii ki saygı duyuyorum lakin siyasetin gerçekleri üzerinden konuşmak gerekiyor o nedenle bu partilerin kendi başlarına bırakın iktidar olmayı “İLERİCİ DÖNÜŞÜM” hamlesi yapmayı şu an Meclis’e girecek güçleri dahi yok. Bu da bir gerçek. O nedenle değerlendirmeyi ittifaklar üzerinden yapıyoruz)
***
Az önce bahsettiğimiz “Sorundur”…
Türkiye’nin bu “Sorunu” beraberinde bir de önemli tehlikeyi doğurmaktadır ki o da şudur; toplumlar bu tip “Köşeye kısılmışlık”, “Çaresizlik”, “Kaos” ortamlarında radikal siyasal fikirlere prim vererek bu tip yapılara yönelirler.
Dolayısı ile sistemin gelip tıkandığı bu noktada “İLERİCİ DÖNÜŞÜMÜ” sağlayacak ve halkın geniş desteğini alacak bir siyasal yapının ve kadronun olmaması, Türkiye için çok da uzun olmayan vadede “Radikal siyasi akımların” siyasetin ana belirleyicisi olacağı tehlikeli bir sürecin yaratacağı ciddi sorunları beraberinde getirecektir.
Avrupa’nın büyük bölümünde radikal sağ partilerin yükselişinin ve rüzgarının Türkiye’ye iz düşümü böylesi bir konjonktürde çok daha kolay olacaktır.
***
Son tahlilde bu yazıyı okuyan pek çok okurumuz bize “AKP’den kurtulmak için yapacak neyimiz var? AKP karşısında yine ehven-i şer olarak çaremiz 6’LI MASA. Seçime giderken muhalefete muhalefet etme” diyerek kızacaktır…
Bu okurlarımıza tarihten bir örnek vermek isteriz…
Sivas Kongresi’nde delegelerin “İngiliz mandası mı, Amerikan mandası mı ehven-i şerdir?” şeklinde kendi aralarında tartıştıklarını gören Mustafa Kemal son derece sinirlenerek kürsüye çıkmış ve “EHVEN-İ ŞER ŞERLERİN EN KÖTÜSÜDÜR!” diyerek tüm tartışmaları bitirmiştir.
Sanırım hiç birimiz 1919’un şartlarından zor zamanlarda da yaşamıyoruz, Mustafa Kemal Atatürk’ten daha iyi de bilmiyoruz bu işleri…
Daha da tatmin olmayan ve hala “O zaman ne yapacağız? Kim kurtaracak bizi?” diyenler varsa bi zahmet Mustafa Kemal’in Amasya Tamami’ni açıp okusun ve “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır” cümlesine dikkat ederek “Kurtarıcı” beklemeyi ve “EHVEN-İ ŞER” dayatmalarını bir “ZORUNLULUK” olarak görmeyi bıraksın…