Ramazan Karasu- Twitter: @karasu_rmzn
Yaşadığımız, yaşayacaklarımız, yazılanlar ve çizilenlerin hepsi toplumsal rahatsızlığın emaresi olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye Cumhuriyeti hem ekonomik hem de sosyolojik bir buhran içindedir. Ekonomik ve sosyolojik düzenin sağlam temel üzerine inşa edilebilmesi için hastalıkların yani toplum hastalıklarının doğru teşhis edilmesi gerekir.
Peki, bir toplum nasıl hasta olur?
Her toplumun ileriye gidebilmesi için önce düşünmesi, eleştirmesi ve sorgulaması gerekir. Fakat Türk toplumunda başta aile yapısı olmak üzere birçok kurum ve kuruluşta eleştirmek, sorgulamak ve düşüncelerini özgürce ifade etmek en habis hareketlerin başında gelir. Kurum ve kuruluşları yöneten ya da yönetebilme kabiliyeti göstermeye çalışanların veya yönetemeyenlerin en büyük kusuru eleştiri gibi velinimetten yararlanmasını bilmemekten ileri gelmektedir. Ülkemizde her kurumun başında liyakat esaslı (!) atamalar olduğu için kurumlarımız dört dörtlük bir şekilde yönetilmektedir. Eleştirenler ve sorgulayanlar, hatta ve hatta eksikliklerin giderilmesi için çaba sarf edenler hain, işbirlikçi, ajan ve terörist olarak adlandırılabilir. Bu yönetmenin en kolay halidir. Senden farklı olanı, sırf senden farklı olduğu için, kamuoyu önünde farklı olduğunu en sert şekilde dile getirirsen; farklı düşüncelere sahip olanlar da farklı olduğunun bilinciyle küçük düşürücü söylem ve eylemlerin odak noktasında olacak, eleştiren veya eksiklikleri dile getiren şahıslardan sonra geleceklerin de önü tıkanmış olacaktır. Farklı olduğu gerekçesiyle farklılıkları dile getirenlerin küçük düşürülmesi de farklı olmayı düşmanlık olarak görenlerin kuruluşlara nemalanmasına ve kurumların çevresinde farklı olmayı suç olarak gören insanların yerleşmesini sağlar. Farklı olan sessizleşirken benzerlik doğrultusunda hareket edenler de bir gün farklı olanın akıbetine uğramamak adına korkunun esiri olarak hayatına devam eder. Bunun adı, diktatörlük sendromudur.
Diktatörlük Sendromunun en büyük belirtisi: Özgürlük Arayışı
Despotik ve otoriter rejimlerin en büyük destekçisi, riyakarlıkla donatılmış, çıkar amaçlı hizmet eden köle sınıfıdır. Bu sınıfın özgürlük anlayışı, cebine giren para miktarıyla doğru orantılıdır. Para kazandıkları ve hayatın sefasını sürdükleri sürece özgürlük mücadelesine girişmezler ve kendilerini adadıkları şahsiyetten gayrı bir yaşam düşünemezler. Tek adam olma ve tek adamın düzeninin devamını savunma; her şeyden önce psikolojik bir hastalıktır. Bunun altında da sevilmeme, kendini olduğundan daha küçük görme, kendini geliştirmeme gibi pek çok etmen yatar. Bu sendroma yakalanan toplumların en büyük sorunu da kitap okuma alışkanlığının azalması veya tamamen yok olmasıdır. Kitap çağımızın en büyük gelişmişlik düzeyiyken; kendi bilgi birikiminin içinde yuvarlanmak ve bu fikrin doğruluğunu tartışmasız bir şekilde savunmak otoriter rejimlerin hareket kabiliyetini genişletmektedir. Ne de olsa postmodern dönemde yaşıyoruz, düşünüyoruz o halde doğrudur felsefesiyle ilerlemek; toplumsal gelişmeden çok irticainin önünü açmaktadır. Ve bunları canlı canlı yaşıyoruz.
Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin en büyük destekçisi olması gereken partiler, antidemokratik uygulamaları ve faaliyetleri bünyelerinde barındırarak yönetimsel kolaylık için mücadele etmektedirler. Her partide farklı sesler ihraç edilmekte ya da geri görevde bırakılarak sesleri kesilmektedir. Her seçim döneminde ya da kongrelerde bunun acı sonuçlarını görüyor ve ülkemizin felakete doğru sürüklenmesini izliyoruz. İktidar kanadını eleştirirsen, hain; muhalefet kanadını eleştirirsen saraycı olarak nitelendirilmen ve yaftalanman en kolayıdır. Bu, zehirlenerek yaygınlaşan üst kademe hastalığının, topluma yansımış halidir. Diktatörlük sendromunu içinden çıkılmaz bir hale sokan da kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı zihniyettir. Gelişme fonksiyonları kapalı olarak sadece belirli bir uç noktaları desteklemek, yaşamsal faaliyetleri sürdürmek ya da vicdan rahatlamak için getirilen söylem ve demeçlerin günümüzde hiçbir değeri yoktur.
Diktatörlük Cenneti: Yolsuzluk
Riyakâr ordusunu doyurabilmenin, ayakta tutabilmenin ve onları toplumsal baskı aracı olarak kullanabilmenin tek yolu, yolsuzluklar ile başka insanları yanına çekebilmekten geçmektedir. Tarihteki bütün diktatörlerin, çevresinde yer alan tüm kişiler bu yolsuzluklar sayesinde zengin olmakta ve kendisi dışındaki herkesi yoksulluğa ve açlığa mahkûm edilmektedir. Rüşvet vermek, iş yapabilmenin temel ihtiyacı halini alır ve bu toplumlarda; yatırım fonları, vatandaştan alınarak yandaşların himayesine sevk edilir. Toplumsal dönüşüm tam olarak böyle başlar. Ve bu yolsuzluklara ses çıkaran bireyler ya da gazeteciler, sistem tarafından hor görülerek dışlanır. Dışlanmanın neticesinde hedef tahtasına oturtulan insanlar da rüşvet alanlar tarafından baskılara maruz bırakılarak, kalemlerin satılmasına sebep olur. Yolsuzluklar cennetinin oluşmasına dikta basını damgasını vurur. Her devrin adamları, kazançlarına kazanç sağlarken toplumsal gerilik, 7’den 70’e herkesi kendi karanlığına doğru sürükler.
Sistem dışı kalanlar
Yaşadığımız olağandışı düzene karşı ayakta olanlar, sistemin dışında kalanlar, antidemokratik uygulamalara dikkat çeken ve bu uygumalar karşısında geri adım atmayanların rehberi her zaman Atatürk, aydınlığı ise cumhuriyet olmuştur. Bir şekilde sistem içinde yer alanların, bu sistemi değiştirmek için mücadele etmesi mümkün değildir. Sistemin içinde kendi rahatı bozulduktan sonra ses çıkaranlar, bu düzenin yaratıcısı ve düzenleyicisi olanlar, asla ve asla demokrasi mücadelesi veremezler. Sisteme entegre olarak sistem içinde mücadele edenler, diktatörlük sendromundan kurtulamazlar, söylev ve demeçleri sadece yeni bir riyakarlık düzeninin oluşturulmasından ibaret kalır. Bu sistemin panzehri; sistem dışı kalarak her türlü haksızlığa karşı mücadele eden ve bu düzeni kabul etmeyen insanlardır. Diktatörlük sendromunu yıkabilmenin yegâne yolu, eleştirel aklı yürürlüğe sokmaktır. Düşünenlerin değil, düşünme fonksiyonları işlevsel olmayanların saf dışı kalması esastır. İşte bu kavga, vatan mücadelesidir. Bu mücadele, aydınlanma savaşıdır. Gerçeklerle yüzleşmek, değişimden yana olmak bu sendromun kısa sürede zihinlerden defolmasına sebep olacaktır.
Ve bu mücadele; doğru ile yanlışın, aydınlık ile karanlığın kavgasıdır. Mücadele her geçen gün zorlaşsa da iyiyi ve doğruyu tekrar yürürlüğe sokmak için toplumsal muhalefetten başka seçeneğimiz yok.
güzel ancak ortada milli, Atatürkçü, Cumhuriyetçi bir direnç yok. bu durumda kurtuluşumuz nasıl olacak?