PROF.DR ÖNER GÜNÇAVDI
Dünya salgın sonrası ekonomik sorunlara çözüm arayışına yoğunlaşırken, salgınla ortaya çıkan ekonomik tahribatın kurumlar ve beklentiler üzerinde yol açtığı değişimin işaretleri de yavaş yavaş gelmeye başladı. Bu işaretlerden biri geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği’nden geldi. Bu değişim işaretlerini ve önemini iki yazıyla açıklamaya çalışacağız.
Hükümetin Merkez Bankası rezervlerini desteklemek ve TL’nin daha fazla değer kaybetmesinin önüne geçmek için kaynak arayışına girdiği günlerde, Avrupa Merkez Bankası (AMB) da Türkiye’nin kaynak için başvurduğu kurumlardan biriydi. Ancak bu talep zamanlama açısından son derecede zamansız bir talepti. Her şeyden önce AMB’nın kaynak yaratmadaki öncelikleri ile Türkiye’nin talep ettiği kaynağın kullanım amacı arasında ciddi farklılıklar vardı. AMB daha çok üye ülkelerin salgınla mücadelelerine kaynak yaratmayı amaçlıyordu. TCMB ise daha çok ulusal parasının değerini korumak için kaynak arayışı içindeydi. Bu yetmemiş gibi, ABM bir de birliğin geleceğini tehlikeye atan çok ciddi bir yasal sorunla baş etmek zorunda kalmıştı. Sorunun kaynağı AMB’nin üye ülkelere acil yardım programı kapsamında tahvil alımlarıydı.
Salgının başlamasından sonra AMB, var olan tahvil alım programının limitlerini arttırarak 1 trilyon Euro’ya çıkarmış ve bu paranın piyasalara enjeksiyonu kapsamında Salgın Acil Tahvil Alım Programı diyebileceğimiz bir program oluşturmuştu. Bununla, kaynak ihtiyacı olan ekonomilerden hazine tahvil ve bonosu satın alarak kaynak sağlanması amaçlamaktaydı. Hatta bu program daha da ileriye götürülerek, alışılmışın dışına çıkan AMB özel sektör tahvil ve bonolarının da alımına başlamaya karar vermişti.
Aslında bu uygulama, salgına ciddi bir borç krizi ve üye ülkelerle Brüksel arasında bütçe anlaşmazlıklarıyla yakalanan, İtalya ve İspanya gibi üyelerin kaynak sıkıntısının, en azından kısa dönemde giderilmesini sağlayacaktı. Ciddi bir borç sorunu ve bunun yol açtığı siyasi krizlerle baş etmeye çalışan bu ülkeler için böyle bir programın oluşturulması, mevcut borçlarını daha düşük maliyetle döndürebilmelerinin de önünün açılması demekti. İtalya başta olmak üzere, AB’nin diğer ülkelerinde Brüksel’in bu krizde çok fazla aktif rol almadığına yönelik eleştiriler, salgının doruğa çıktığı günlerde zaten yükselmeye başlamış ve bir güven krizine neden olmuştu. Dahası AB bürokrasisinin ülkeleri salgınla mücadelelerinde yalnız bıraktığı dile getirilerek, Brüksel’in sessizliğinin AB’nin birlik ruhunu büyük ölçüde zedelediği iddia edilmiştir. Elbette AB gibi son derecede karmaşık karar verme süreçlerine sahip bir organizasyondan, etkileri aniden görünür hale gelen ve çok hızlı karar alınması ve harcama yapılması gereken salgın gibi bir durumda, ulus devletlerden çok daha hızlı eyleme geçmesini beklemek doğru olmayacaktır. Fakat halihazırda ağır ekonomik sıkıntılar içinde kıvranan ülkelerin de böyle beklenmedik bir krizle baş edebilmeleri için Brüksel’den kaynak beklemeleri de son derecede haklı bir beklentidir.
Böyle bir Avrupa’da, tüm iyi niyetlere rağmen, Türkiye’den gelen seslerin duyulabilmesi; sebebi ne olursa olsun, Türkiye Merkez Bankası ile AMB arasında bir swap hattının kurulabilmesi pek mümkün görülmüyordu. İmkânsız olmasa da, böyle bir girişim en azından AMB yetkilileri bakımından zorlayıcı olabilirdi.
AB üyesi ülkelerin maruz kaldıkları bu ekonomik güçlükleri bir yana bırakırsak, bir de Alman Federal Anayasa Mahkemesinin 5 Mayıs tarihinde almış olduğu karar AMB’nin üye ülkelere yönelik varlık alım programını da zora sokmuştur. Ülkelerin ihtiyaçlarını gözeterek yapılacak varlık alımlarının, bu ülkelerin Birlik ekonomisindeki ağırlıklarını gözetmeden yapılmasının Alman anayasasına aykırı olacağına karar verilmiştir. Ayrıca varlık alım programının AMB’nın gözetmesi gereken fiyat istikrarı gibi birincil derecede amaçlardan olmadığına ve bu sebeple AB anayasası açısından da bir aykırılığın varlığına dikkat çekilmiştir. Kararda, AMB’ın bu varlık alımlarında ülkelerin AB ekonomisindeki ağırlıklarını gözeten oransallık ilkesini benimsenmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır. AMB açısından zorlayıcı olmasa da, Alman hükümeti ve daha da önemlisi Alman Merkez Bankası açısından uyulması zaruri olan önemli bir karar bu. Dahası Alman Federal Anayasa Mahkemesinin bu kararı AB’nin ve Avrupa Para Birliği’nin geleceği açısından da nemli bir karardır. Ortaya çıkarabileceği etkiler itibariyle sadece Türkiye’yi değil, aynı zamanda tüm dünyadaki mali piyasalar üzerinde sonuçları olabilecek bir karardır.
Aslında bu kararı Avrupa Adalet Divanı ile Alman Federal Anayasa Mahkemesi arasında, bir süredir süregelen yetki tartışmasının bir sonucu olarak da görenler var. AMB’ın 2015’e kadar giden daha önceki varlık alımlarının AB anayasası bakımından bir aykırılık içermediğine karar veren Adalet Divanı, bu kararı ile Alman Anayasa Mahkemesiyle farklı bir görüş benimsemiştir.
Bu kararla ortak bir para birliğinin olmazsa olmaz bir koşul olan merkez bankaları arasındaki koordinasyon böylelikle bozulmuş oldu. Her bir ülkenin kendi merkez bankasının kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bir para politikası gözetmesi ortak para birimi ve ortak para piyasası uygulamasının da sonunu getirme tehlikesi doğurdu. Konuya daha genel açıdan bakılırsa bu karar, ulus devlet ihtiyaçlarının, birliğin ihtiyaçlarına yeğlenmesi anlamına geliyor. Financial Times başyazarı Martin Wolf’un 12 Mayıs tarihli yazısında yazdığı gibi, bu karar aynı zamanda “iktisadın temel prensiplerine, Merkez Bankasının bütünlüğü ve bağımsızlığına ve AB’nin [ortak] karar süreçlerine bir saldırı” olarak tanımlanabilir. Ancak çok daha önemlisi, ortak bir kader inşa etme düşüncesi etrafında bir araya gelmiş ülkelerin, ulus devlet yetkilerini gönüllü olarak devrettikleri AB kurumlarında yapılması gereken değişimin de ilk sinyalleri olarak da düşünülebilir. Bu kararın AB felsefesi ve dünya çapında ekonomik olarak güçlü bir ekonomik aktör yaratma düşüncesine etkisini bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz.