Cihan ÇİFTÇİ
Bundan önceki iki yazıda Siyasal İslam görüşünün ortaya çıktığı dönemin şartlarından, toplumun bu düşünceye karşı aldığı tavırdan ve siyasal islam fikrinin tabana yayılmasını sağlayan cemaat/tarikatların hem iç işleyişlerinden hem de siyasetle olan ilişkilerinden bahsetmiştim. Şimdi ise siyasal islam düşüncesinin en sert şekilde savunulan iddialarını ve bu iddiaların 21.yy.’ın dünyasında karşılık bulup bulmadığını tartışarak toplumsal dönüşüme katkı sağlamak adına meselenin “bence” sinden bahsedeceğim.
Bilindiği üzere Rönesans, Reform, Coğrafi Keşifler, Sanayi Devrimi gibi etkileri yüzyıllar sonrasına ulaşan büyük dönüşümler neticesinde Batı hemen her alanda büyük bir gelişme gösterdi. Askeri alanda gerçekleşen gelişmeler daha çok konuşulsa da Batı’nın yükselişi için çarpan etkisi yaratan asıl önemli gelişmeler eğitim ve hukuk alanlarında yaşanmıştı. Osmanlı Devleti içerisindeki bir takım kanaat önderleri bu geri kalmışlığı fark ettiler ve Batı ile rekabet edebilecek bir eğitim ve hukuk sistemi geliştirme çabası içerisine girdiler. Tam bu noktada “İslamcı” diye nitelendirilen ve Devletin ve Ümmetin salahiyetinin ancak İslam Dini’nin özüne dönülmesi ile gerçekleşebileceğini savunan bir kesim halkta karşılık bulmuştu. Bu kesim, Batı’nın literatüre kattığı modern eğitim ve hukuk düzeninin alternatifini Kuran-Sünnet-İçtihat üçgeninden çıkartarak yeni bir düzen inşa etmeyi amaç edinmişti.
İslam Dini’nin kutsal kitabında direkt olarak yer alan ve hukuk ile ilgili düzenlemeleri içeren bölümlere bakıldığında miras hukuku, evlilik hukuku gibi bireysel hakları ilgilendiren konuların ayrıntılı şekilde düzenlendiği göze çarpmaktadır. Ancak Batı’nın seküler hukuk sistemi dönemin şartlarına daha uygun olacak şekilde Şirketler Hukuku, Ticaret Hukuku gibi alanları da düzenleyerek toplumun daha geniş bir kesimini kapsayacak kurallar oluşturabilmişti. İslami kesimlerce de sıklıkla dillendirilen “içtihat kapısı kapandı” söyleminin -oryantalistlerin de iddia ettiği gibi- (12-13. Yy.) bu geri kalmışlığın sebeplerinden biri olduğu düşünülebilir. Ancak Siyasal İslamcıların “İslam Dini hayatın her alanına müdahildir” düşüncesi, seküler kesimlerden gelen dönüşümleri reddetmekteydi. Onlara göre, İlk yazıda vurgulamaya çalıştığım gibi, Hıristiyanlık pekâlâ seküler bir hukuk düzenine izin verip dini kuralları bir takım ibadetler ve toplumun huzurunu tesis edici bazı ahlaki kurallardan ibaret sayabilirdi. Ancak İslam Dini seküler fikirlere karşıydı ve hayatın her alanını düzenlemeliydi. Siyasal İslam’ın geleneksel sekülerizm karşıtlığı bu noktadan kaynaklanmaktaydı. Eğitim alanında seküler kesimlere gösterilen reaksiyon da hukuk alanındakinden farklı değildi. Yine Kuran-Hadis-İçtihat üçlemesi perspektifinde modernize edilmeye çalışılan bir eğitim sistemi öngörülmekteydi. Batı ise matematik, fizik, kimya gibi alanlarda hayli ilerlemişti. İslamcıların üçlemesi bu alanlar hakkında bir şey söyleyemiyordu ve eğitim sisteminin modernleşmesi batıya gönderilen talebelerden edinilen bilgilere endekslenmişti. Sekülerizm karşıtı bir fikir düşünün… Bu fikir Batı ile savaş halinde ama gelişmek için batının eğitim sisteminin ürettiği katma değere ihtiyacı var…
Ancak tek çelişki bu da değil. Seyit Kutup, Mevdudi gibi Siyasal İslamcıların savunduğu “İslam hayatın her alanını düzenlemelidir” söylemi aslında seküler çevrelerin “modern devlet” tanımlarına bire bir uymaktadır. Dönemin modern devlet anlayışı asılında Thomas Hobbes’un dediği gibi, kişiyi bebekliğinden alır 18 yaşına kadar onu eğitir iyi bir yurttaş haline getirir gerektiğinde onu ölüme yollar şeklindeydi. Hobbes, Leviathan olarak isimlendirdiği bu devlet şeklini, vatandaşın hayatının her alanına müdahil bir canavar olarak betimlemişti.
İslamcıların iddiası da bu yöndeydi. Onlara göre İslam, devletin yönetim şeklinden bireysel hakların kullanılmasına kadar her alanı düzenlemeye muktedirdi. Bu açıdan bakıldığında Siyasal İslam’ın doktrinlerinin seküler izlenimler taşıdığı göze çarpmaktadır. Aslında Suudi Arabistan’ın İslam anlayışı ile söz gelimi Mısır’daki Müslüman Kardeşler hareketi arasındaki anlaşmazlık da bu noktadan çıkmaktadır. Müslüman Kardeşler grubu modern devlet tanımlamalarına uygun biçimde bir din anlayışına sahipken Suudi İslam anlayışı daha gelenekseldir.
Bu ayrı bir tartışma konusu tabi. Devam edelim. Diğer bir çarpıcı nokta ise modern devlet tanımlamalarının özüne dikkatli bakıldığında Hristiyanlıktaki “mutlak hâkim olan Tanrı” düşüncesinin “Tanrı’dan arındırılmış hali” göze çarpmaktadır. Sanki modern devlet sistemini tasarlayan seküler çevreler Hristiyanlıktaki Tanrı tasavvurunun yerine devleti ikame etmiştir (Carl Schmitt).
Tüm bahsedilenler ışığında sanırım şunu söyleyebiliriz; Siyasal İslam düşüncesi 19. yy.’ın mevcut şartlarına göre dizayn olmuş bir düşüncedir. Kendisini, dönem itibariyle revaçta olan seküler düşünce akımlarına karşı bir hareket olarak tanımlayan Siyasal İslam düşüncesi, özellikle devlet mekanizmasının işlevine bakış konusunda bu akımların benzeri bir yol izlemiştir denebilir. Fakat bu çelişki, bu fikir akımının aydınları tarafından zaman içerisinde bir miktar fark edilmiş olsa da tabanın durumdan haberdar olduğunu söylemek pek makul görülmemektedir. Zira bir önceki yazıda ontolojilerine değindiğim, Siyasal İslam düşüncesinin tabanını besleyen cemaatler ve tarikatlar aktif şekilde taraftar üretmektedir. Bir diğer mesele ise siyasal islam düşüncesinin devlet yönetimine geldiği coğrafyaların hemen hepsinde deizm ve ateizm yükselişe geçtiği gerçeği. H
ayatın her alanını düzenleme düşüncesi, toplumu oluşturan diğer zümrelere yaşam hakkı tanımadığında toplumdan bu tür reaksiyonların gelmesi tabii görünmektedir. Bu durum tabi ki diğer ideolojiler için de geçerli. Devletler resmi bir ideolojiyi benimsediklerinde diğer düşüncelere ya da gruplara yaşam hakkı tanımamak gibi bir misyonu zımnen de olsa üstlenmektedir.
Bugünün dünyasında özellikle Ortadoğu’daki terörist faaliyetlerin oluşmasına sebep olan temel toplumsal travmalara bakıldığında modern devlet anlayışının payının yadsınamayacak kadar büyük olduğu göze çarpmaktadır. Bölgede terörize olan Kürt nüfus ya da IŞİD gibi örgütler bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Mevcut rejimler tarafından devletlerine yabancılaşan kesimlerin önce yalnızlaştığı, yalnızlaşan grupların ise zamanla marjinalleşip terörize olduğu görülmektedir.
Diğer bir tehlike ise iç savaş. Arap baharı sürecinde yaşananlar yine resmî ideolojilerin oluşturduğu baskı ortamının bir çeşit dışa vurumundan ibaretti. Suriye örneği canlı bir şekilde karşımızda duruyor.
Bana göre, İslam Dini’nin birincil kaynaklarına yani Kutsal kitapta yazılanlar ve İslam Peygamberinin uygulamalarına müracaat edildiğinde, toplumsal hayatın tamamını düzenleyen hayatın her alanına müdahil olması gereken bir devlet mekanizmasından bahsetmek olanaksız. Hatta öngörülen tam teşekküllü bir devlet sistematiğinden bahsetmek dahi mümkün değil. Muhammed peygamber döneminde bu tür bir kaygı yoktu. Ondan sonra başa gelen halifelerden Ebubekir ve Ömer’in karizması o dönemin toplumunu bir arada tutmak için yeterli oldu. Ancak bunlardan sonra “kim hükmedecek” sorusuna toplumun farklı kabilelerden farklı yanıtlar gelince Muhammed peygamberin deyim yerindeyse dizinin dibinde yetişenler kendi aralarında kanlı bir savaşa tutuştu. Bu dönem ise imamların sultanlara dönüştüğü dönem olarak tarihe geçti. (Meraklıları için Mustafa İslamoğlu’nun İmamlar ve Sultanlar isimli kitabını tavsiye ederim).
Toplumlar da canlı organizmalar gibi adım adım evrimleşir ve gelişirler. Krallıkların monarşilere monarşilerin cumhuriyetlere dönüşmesi bu duruma örnektir. 21. yy. dünyasının gereklilikleri 19. yy’ın fikir akımları ile ya da o dönemin şartları ile açıklanamaz. Evrensellik iddiasında bulunan Siyasal İslam düşüncesi bugünün sorunlarına çözüm bulabilmekten uzak görünmektedir. Geçen zaman ise insanlığa; çözülmesi gereken sorunlar, aşılması gereken başka başka engeller getirmekte. Kim bilir belki de bu düşüncenin öncüleri zamanın getirdiği her soruna dini referanslı bir çözüm getirmek yerine “İslam bu konuda bir yargıda bulunmamaktadır” diyebilselerdi İslam bugün daha saygın bir konumda olurdu.
Zamanın ruhunu doğru okuyan aklı ve vicdanı hür nesillerin arasında olabilmek dileğiyle…